Öykünün kahramanı ve köyümüzün son çınarıydı
Kurudu gitti...!
BİR KÖY ANISI
Evlilik hediyesini verecektim. Bastonuna tutunarak zor kalktı ayağa. Gözleri yaşardı, elleri titredi. Öyle içten sardı ki bedenimi, kuş gibi hafiftim.
Bir şeyler demeyi denedi, yutkundu, sözcükler tutsak kaldı boğazında. Sustu.
Geçen kış davetsiz gelen Özel Timi saymazsak yaklaşık iki yıldır ilk çalan ben olmuştum kapılarını. Kapı dedimse zaten dışarıdan hafifçe itilince açılan eski, yıkık bir köy damıydı.
Aslında köy de değildi; Baydığın Dağı’nın kuzey eteklerinde sadece onların yaşadığı, yaklaşık iki bin rakımlı boşaltılmış bir mezraydı.
Onları bu dağın başında tek başlarına yaşamaya mahkûm eden de ağır bir töre yasasıydı.
Öyle ağır bir töre ki neresinden bakarsan bak sonuç değişmiyordu. Her şeye karşın hala yaşadıklarına şükrediyorlardı.
Erkek yetmiş küsur, kadınsa henüz yirmi beş yaşlarındaydı. Kadın, kaçarak sığınmıştı dedesi yaşında ki adama.
Zaten adamın da kimsesi yoktu. Her karakışta, zemheride ölümü bekliyordu eşik aralarında ki acı poyrazın ninnisiyle.
Her şey o kadar karışıktı ki; Ne duyguların yaşı başı, ne de törelerin yüreği vardı. Onlara danışılmadan onlar için karar çoktan verilmişti. Onlar, düşkündü artık. Kimseler selamlarını almayacak; Kimse bir yudum su vermeyecekti.
Köyü terk etmekten başka yolları kalmamıştı. Geri döndüler yıllar önce boşalan yaylada ki bu yıkık mezraya.
Ne yolları vardı artık, ne elektrikleri, ne telefonları.
İki kişilik dünyaları dışında yaşama dair hiçbir bağları kalmamıştı. Ta ki geçen kış Özel Timler evlerini basana kadar.
Kışın altı ay yolları karla kaplı bu koşullarda, bu dağlarda, bu insanlar nasıl yaşardı? Şaşkın gözlerle etrafı araştıran Tim Komutanı, bir türlü anlam veremiyordu.
Fazla düşünmeden kararını verdi. Bunlardı dağdaki teröristleri besleyenler. Ya da onlar, bunları besliyordu? Yoksa bu koşullarda bunların bu dağlarda yaşaması mümkün değildi.
Erkek, elleri kelepçelenerek apar topar aşağı köye kadar gelebilen arabaya postalandı. Kadının akibeti belli değildi.
Suç; yardım, yataklık… büyüdükçe büyüdü.
Zaman; gün, hafta… uzadıkça uzadı.
Yaşlı Amca’daki derman; Divriği, Sivas, Kayseri tükendikçe tükendi.
Döndüğünde ayaklarından sakattı artık. Kadın, tehdit ve küfürlerle daha ucuz atlatmıştı belayı.
“ Allah, kimseyi onların eline düşürmesin oğlum. O günden beri ayaklarım tutmuyor, yürüyemiyorum ” dedi yaşlı Amca yaşaran gözlerle.
“ Haydi onlar neyse. Zaten onarın kim oldukları belli. Ya bizimkiler? Bizim gözlerimiz kör, kulaklarımız sağır; Bizim töremiz bize söküyor oğlum. Bizimkiler de halımı hatırımı sormaz oldu. Ben yokken bu zavallı kadına kimseler sahip çıkmamış. Kimseler gelip durumunu sormamış.
Biz aslında isteyerek, severek kaçtık. Bunu tüm köylü biliyor. Ama hiçbir Allahın kulu bize hak vermedi.
Allah senden razı olsun. İki yıldır ilk gelen sen oldun kapıma.
Sen, okumuş adamsın. Sen bari bizi anla oğlum. Biz haram yemedik, hırsızlık yapmadık. Zorla ırz düşmanı olmadık. Biz birbirimizi sevdik, birbirimize sahip çıktık ve vermeyeceklerini bildiğimiz için kaçtık.
Bu yaşadıklarımız reva mı bize? Bu zavallı kadın kar kış demeden iki yıldır neler çekiyor bu dağlarda bir ben biliyorum bir de Allah.
Ben, her cemde en önde saf tutardım. Şimdi düşkün olan ben oldum.
Bana düşkünsün diyenler, elden ayaktan düştüğümde neden bir yudum su vermediler…”
Yılların suskunluğu bir volkan gibi patlıyor; Söz, uzadıkça uzuyordu.
“ Daha sonra gelen giden oldu mu amca?” dedim.
“ Yok oğlum gelmesinler daha iyi. Zaten bu dağlara belalılardan başka kim gelecek ki. ”
Oysa ben belalardan kaçıp çadır kurmaya gelmiştim bu mezraya. Her şeyden uzak, en güzel, en duru düşlerimi yaşayacaktım.
Gözlerim yaşardı. Çocukluğumu anımsadım. Düşlerime sığmayan sıra dağlarımı, kahramanlık türkülerini, Köroğlu destanlarını.
Daha düne kadar Pir sultan’ın, Dadaloğlu’nun nefesleriydi Arguvan’dan Çamşığı’ya kadar uzanan o yanık çığlıklar.
“ Ferman padişahın, dağlar bizimdi. ” sözümüze, yolumuza, töremize göre. Bizimdi ama?
Yüzümü kara bulutlarla çevrili Baydığın’ a çevirdim. Tankların gölgesinde ki yasak bölge Höbek Baba’ya, viran olmuş mezrama.
Soğuk ayranı yudumlarken Yaşlı Amca’nın acı sözleri bir kez daha çınladı kulaklarımda “ Bizim gözlerimiz kör, kulaklarımız sağır; Bizim törelerimiz bize söküyor oğlum.”
|