" Bir fotoğrafını bile arkasından bırakmadan çekti gitti,
diğer yoksul Anadolu kadınları gibi..."
ANNELER GÜNÜ
Bugün anneler günü. Tam otuz sekiz yıl olmuş anamı toprağa vereli ve nur yüzünü bir daha görmeyeli.
Siması bile çoktan unutuldu zamana yenik düşen silik hafızamda.
Bir resmi olsa yeterliydi, ama onu bile arkasından bırakmadan çekti gitti, tüm diğer yoksul Anadolu kadınları gibi.
Sekiz, on yıl öncesiydi. Nüfusa kayıtlı olduğum ilçeme gitmiştim. Nüfus kütüklerinden belki bir fotoğrafını bulabilirim diye. Acımasız zaman rüzgarı, orayı da çoktan kasıp kavurmuştu. Sadece adının karşısında kırmızı kalemle ve büyük harflerle yazılmış “ölü” sözcüğü yaşıyordu tozlu sayfalar arasında.
Dizlerine uzandığımda saçlarımı okşayan o çatlamış, nasırlı ellerinin mutluluğu ve özlemi, hala bir yanımda gizli bir kor gibi durur.
Kimi gün bitleri ve kaşınmayı, kimi gün uykuyu bahane ederdim, saçlarımı okşasın diye. Belki bitlerin olmadığını o da biliyordu (ya da gerçekten vardı da ben bilmiyordum? ) Ama emin olduğum ve hatırladığım tek şey, saçlarıma tel tel sevgiler dokuduğuydu dakikalar boyunca.
Evimiz, ilçenin doğu yamaçlarına konmuş son gecekonduydu. Daha ötesinde kente ait hiç bir iz yoktu. Yüksek dağlarla, kayalıklarla ve derin vadilerle çevriliydi.
Yaşımız çocuktu ama sırtımız hep kente, yönümüz dağlara dönüktü.
Anamla dağlarda tezekler taşırdık çuvallarla. Bir de sırtımızda iplerle taşıdığımız “pırpirik” denilen, ellerimizle yolduğumuz, diz boyunu geçmeyen dikenli çalıları. Eh ne de olsa beş, altı ayımız karlar altında, zemheri poyrazlarına karşı tezek sobalarına sarılarak geçiyordu.
Sadece Erzurum ve Ankara radyolarını çeken Grundik marka bir radyomuz vardı. Bir de orta dalgada Kürtçe yayın yapan Erivan radyosuydu anamın dinlediği.
Anam, Kürtçe yanık türküleri dinledikçe her seferinde içini çeke çeke dakikalarca ağlar, Kürtçe bilmeyen babam, önce onu azarlar, sonra bizden gizli bir köşeye çekilir, o da gözyaşlarına boğulurdu.
Son yıllarında dili de felç olmuştu anamın, konuşamıyordu artık. Zaten paramparça olan dili, tam tutulmuştu sonunda.
Doktor, besinsizlikten demişti ama, her oturduğunda iki, üç saç ekmeği yiyen anamın nasıl besinsiz kalacağına bir türlü babamın aklı ermemişti.
Her ne kadar “oku, oku, oku” diye Yaradan’dan buyruk gelmemişse de açlık buyruğunu çoktan vermişti çocuksu beynime ve aç yüreğime. Okumaktan başka çare kalmamıştı kurtuluş için; Okuyacaktım.
Umut ve kurtuluş için ben, metropol bir kentin yollarına, anam ve babam da aynı yıl toprağın koynuna koyuldular.
Ve bugün analar günü. Tam otuz sekiz yıl olmuş yollarımız ayrılalı anamla.
Dedim ya siması bile çoktan unutuldu zamana ve 12 Eylül hücrelerine yenik düşen silik hafızamda; Ama kucağında yatarken saçlarımı okşaması hiç mi hiç yok olmadı anılarımın en pembe düşlerimde.
Hep bu boşlukla, bu özlemle yaşadım on yıllar boyu.
Zaman zaman bedenimi sarıp, saçlarımı okşayanlarım da oldu. Ama hangisi anam, hangisi sevgilim, hangisi dostumdu? Doğrusu ben de pek bilemedim, ya da bilmek bile istemedim. Nasıl olsa her şey birbirine karışmıştı yaşam denilen bu kör düğümde.
Dedim ya tam otuz sekiz yıl olmuş anamla yollarımız ayrılalı. Otuz sekiz yıldır her analar gününde zamanın acımasızlığı ve yaşamın anlamsızlığı bir kez daha vuruyor yüzüme acı bir poyraz gibi.
Yıllar, yılları kovdu, yaş ellisini çoktan aştı; Ama yüreğimde ki acıdan ve boşluktan yana hiçbir şey eksilmedi otuz sekiz yıldır. Hep bir yanım noksan yaşadım on yıllar boyunca. Sadece nöbet sırası değişmişti. Ben, kucağımda uyuyan dünyalar tatlısı kızımın saçlarını okşarken yaşam, tüm acımasızlığıyla gece gündüz demeden " ince, uzun bir yolda" akıp gidiyordu...
|