12 Eylül hücrelerinde tek tip elbiselere karşı direnen tutsak subaylar...
Acısıyla tatlısıyla Kuleli Askeri Lisesi'nden Mamak cezaevine kadar uzanan uzun bir askeri yolculuk..
BEN ASKERKEN
( Sanal Kitap )
ÖNSÖZ
Acı ve kara bir dönem yaşandı bu topraklarda
Aradan onlarca yıl geçmesine karşın toprağın her karışı hala kanamakta.
Onlarca insan asıldı, yüz binlerce insan okulundan, işinden, eşinden, aşından oldu. On binlerce insan sakat kalırken ne acı ki tüm bu yapılanlar, yapanların yanına kar kalmış gibi görünüyor.
Yaşananlar, gün gibi açıktı. Kanın bulaşmadığı kent, mahalle, hane, can kalmamıştı.
Bir de bu dönemin bilinmeyen, duyulmayan acılarla dolu başka bir boyutu vardı
Aynı dönemde Ordunun içinde yaşananlar. Yani kapının, kilidin içindekiler.
Yıllardır hep birileri yazsa, o döneme, yaşananlara ışık tutsa diye bekledim. Biz böyle beklerken acısıyla, tatlısıyla tüm bu olaylar unutulup gidiyor.
Resmi kayıtlar ve mahkeme tutanakları dışında, hiçbir şey olmamış, yaşanmamış gibiydi. O kayıtlar da yanlı ve gerçeklerden çok çok uzaktı.
“Ordu birlik ve beraberlik içinde” nutukları atılırken özellikle genç kadrolardaki yüzlerce subay işkencelerden geçiriliyor hatta meslekleri gizlenerek idam sehpasına gönderiliyordu.
Metris Cezaevinde tek tip elbiselere karşı insanlık onurlarını çiğnetmeyen subaylardan kimsenin haberi yoktu.
İşkencelere ve insanlık dışı uygulamalara dayanamayıp Mamak Cezaevinden intihar eden teğmen Ahmet Erdoğdu’nu kimse duymamıştı.
Yurt dışına kaçıp memleket özlemine dayanamayıp intihar eden Harp Okulu kökenli Fatih Borucu’nun adı çoktan unutuldu bile.
Görevi ve rütbesi gizlenerek idam sehpasına gönderilen Ömer Yazgan’ı kaç kişi anımsıyor şimdi?
Kayıtlara geçmeyen bu karanlık dönemi yaşayan canlı bir tanık olarak bir nebze olsun yaşananlara, anılara ışık tutayım dedim.
Ve bu dönemi kaleme almamın bir nedeni de yeni yetişen Kuleli ve Harp Okulu’nda okuyan çocuklarımızın, bizlerin hatalarını görerek ayaklarını yere daha sağlam basmaları.
Ve bu topraklarda bir daha darbelerin, karanlık dönemlerin ve acıların yaşanmaması umuduyla ...
H.Ç.
YOLUN BAŞI
KULELİ'de
Onların çınar ağacı olduğunu çok sonradan öğrendim. Köyümde ki kavaklara benziyordu; Ama yaprakları daha geniş, gölgeleri daha gür ve altları daha serindi.
Yaklaşık iki haftadır İstanbul’daydım. İlk kez bu kadar rahatlamıştım. Birçok güzelliklerin farkına yeni varıyordum. Önümde bir sahil yolu, hemen ötesinde boğazın mavi suları ve iki yanında o güne kadar ancak filmlerde gördüğüm lüks villalar.
Duygularımı bir türlü toparlayamıyordum. Bir yandan iki haftadır sağlık raporu için Askeri Hastanelerde çektiğim sıkıntılar, bir yandan ilk kez tattığım ayrılık acısı, bir yandan da çocuksu beynimi büyüleyen bu kentin güzellikleri.
O günden sonra askeri öğrenciydim artık. Sivil elbiselerimi sabah erkenden çıkartıp askeri kıyafetlerimi giydirmişlerdi. Ceket biraz geniş, pantolon da uzundu. Ama olsun, artık ben askerdim. Her şey bana yakışıyordu. Anam, Babam beni bu giysilerimle gördüklerinde kim bilir ne kadar sevineceklerdi?
Üzerinde “Ziraat Bankası” yazan bir banka oturmuş, yabancısı olduğum bu kente ve manzaraya dalıp gitmiştim. Arkalarda birileri, “İçtimaa vaar, içtimaa vaaar ” diye birkaç kez bağırmıştı.
Ortaokulu yeni bitirmiştim; hem de Sivas’ın Divriği İlçesi’nde. İçtimaının ne anlama geldiğini öğrenecek kadar asker değildim henüz. Bir şeyler satıyorlar sandım.
Herkes içtimaa ya gitmiş, bahçe boşalmış, bankta oturan bir ben kalmıştım. Yolun karşısında caminin yanında ki bakkala izinsiz giden bir arkadaş, bahçe duvarından atlayıp içeri girdi. Hızlı adımlarla yanıma geldi ve “İçtimaa var mı?” diye sordu. “Bende yok ama az önce arkalarda biri bağırıyordu, onda varmış” dememle birlikte, ilk azarı işitmem de bir oldu.
Arkadaş, sinirli bir şekilde “Bak aslanım, ben İstanbulluyum, benimle kafa bulma” dedi. Ben de gayet sakin “Ben de Sivaslıyım ama gerçekten bende yok, inanmıyorsan üzerimi ara” dedim.
Çok geçmeden geciktiğim içtimadan dolayı ilk askeri tokadı da yedim.
Bu azar ve tokat, beni zor bir geleceğin beklediğinin ilk sinyalleriydi.
Ertesi gün askeri kampın yolları görünmüştü. Oysa ben, işlerim bitince geri döneceğimi ve okullar açılana kadar memleketimde kalacağımı sanmıştım.
Evrakları vermek için gittiğim okulda evraklarla birlikte beni de bir daha bırakmamışlardı. Ne kimselere telefon edebilmiş, ne de üzerimde yeteri kadar para almıştım.
Zaten yardım alabileceğim kimim vardı ki? Tuzla’da fabrikada çalışan Ağabeyimin durumu içler acısıydı. Öğretmen ağabeyimin durumu ondan da beterdi.
Her şeyden önce kamp yolcusuydum; Zaman çoktan geçmişti. Kimseyi görecek ne zamanım vardı, ne de olanaklarım.
Arkadaşların çoğu, bir hafta öncesinde gemilerle Eğitim Kampı’na taşınmışlardı. Ben ve benim gibi işlemleri geciken yaklaşık on beş, yirmi arkadaş apar topar, bir hafta geç de olsa Yalova’nın kuzeyindeki Hersek Kampı’na ulaştırılmıştık.
Kampta çadırlarda kalıyorduk. Günde üç kez denize giriyorduk, gerisi eğitimdi. Arkadaşların çoğu kültürel ve sınıfsal olarak bana göre farklı bir yapıdan geliyorlardı. İlk günlerde dertleşebileceğim bir arkadaş bulmak için çok zorlanmıştım.
Sonunda aradığımı bulmuştum.; Hem de iki dostum vardı. Biri Nusaybinli Zeki Can, diğeri de Birecik’in Söğüt ilçesinden Ertuğrul Aydın.
Ertuğrul’un bir de Anneliği vardı; Melek Ablamız. Eşi yarbay. Ertuğrul, benimle de tanıştırmıştı Melek Abla’yı. Nedendir bilmiyorum beni de çok sevmişti. Kısa zamanda benim de annem olmuştu Melek Ablamız. Ya da o koşullarda, o yaşlarda bir anneye gereksinim duyduğumuz için bize öyle geliyordu?
Benim de bir Melek Anam vardı artık; Her hafta ziyaretime gelip halımı hatırımı soran. Yenecek bir şeyler getirir, giderken zorla da olsa biraz harçlık bırakırdı.
Anamı, Babamı merak eder ne zaman İstanbul’a geleceklerini sorar, mutlaka tanışmak istediğini söylerdi. Bense hep gerçekleri gizler, hiç gelmeyen gelecek aylardan söz ederdim.
Ona anamın, babanın maddi durumlarını, sağlık durumlarını, naçarlıklarını anlatamazdım. Sanki tüm bunları öğrenince benden uzaklaşacakmış gibi bir his vardı içimde. Ne de olsa çok farklı dünyanın insanlarıydık. Hele, Anam, yeterli kadar Türkçe bile bilmiyordu.
Yaklaşık bir buçuk ay süren kamp yaşamı bitmiş, okullar açılmıştı. Öğretmenlerimizin bir kısmı sivildi. Bizler, sivil öğretmenlerimizle daha samimi olup, daha çok dertleşebiliyorduk.
Okulun ilk haftasında öğretmenler, gözümü çok korkutmuştu. Önce memleketlerimizi soruyorlardı, sonra mezun olduğumuz okulları. Arkadaşların çoğunluğu büyük kentlerin, tanınmış okullarından geldikleri için, sıra bana gelince “Aman dikkat et, burası oralara benzemez. Ders yüzünden okuldan atılırsan baban dünyanın parasını ödemek zorunda kalır” gibi sözler ediyorlardı.
Bu acı sinyaller sık sık söylenip duruyordu. Her söz, beynime kurşun gibi işliyordu. Babam, para ödemek zorunda kalacak ha!
Babam, Divriği’de özel demir madeninde çalışan işçiydi. Üç beş ay parasını alamadığı oluyordu. Ne okuduğum okulu biliyordu, ne sınıfımı, ne de derslerimi. O’nun bildiği tek şey vardı, oğlu orta mektepte okuyor, ders durumu da iyi. Bir de akşam geç saatlere kadar ders çalıştığımda lambadaki gazın hesabını yaptığından olacak ki “Bırak dersi, haydi yat, sabah çalışırsın” gibi sözler ederdi.
Divriği’nin en yoksul ailelerinden biriydik. ( Belki de en yoksuluyduk ) Köyden kasabaya göçen ilk aileydik. İlçe merkezine çok uzakta, dağın eteğinde yolsuz, elektriksiz, susuz bir gecekondumuz vardı. Tüm yaz tatillerim, felçli anamla birlikte dağlarda odun ve tezek toplamakla geçerdi.
Yoksulduk, ama babam bir kez kafaya takmıştı, bizleri okutacaktı. Ben, okuldan atılırsam babamın tazminat ödemesi mümkün değildi. Bu tüm ailemiz için ölüm demekti. Evet, mesaj anlaşılmıştı, çok ama çok çalışacaktım.
Okulun birinci yarıyılı bitmişti. Ben sınıf birincisiydim. Artık beni çavuş yapıp, sol koluma özel bir çavuş işareti takmışlardı. Ne büyük bir mutluluktu.
Şubat tatilinde ilk posta treni ile Haydarpaşa’dan yollara koyulmuştum. Hem de askeri öğrenci elbiselerimle. Ama çavuş olduğumu kimse anlamayacaktı. Ben de utanır, kimselere kendimden söz edemezdim. Her neyse belki konu açılırsa ben de sınıf birincisi olduğumu söyleyecektim. Hem de önce İlkokul Öğretmenime.
İstanbul- Divriği yolculuğu trenle yaklaşık iki gün sürüyordu. Otobüsler daha erken gidiyordu, ama posta (tren) çok ucuzdu. Öğrenci indiriminden ayrı bir de asker indirimi vardı.
Yolculuklarda tren aralarında satılan destanları çok severdim. Ağıtlar, boyunlara asılı bir teypten çalınırken, öyküsü ve sözleri de ayrı birer kâğıtta yazılı olarak satılıyordu.
Özellikle Ankara’dan sonra başlardı ağıtlarımız, destanlarımız. Bir de Sivas’ı geçince yaşlı kemancı Halil Amca vardı. Üç beş kuruş para uğruna yöre türkülerini kemanıyla ne güzel, ne yanık söylerdi.
Anam, mutluluğunu gizleyememiş gözyaşlarına boğulmuştu. Babam, biraz daha durgun ve soğuktu elbiselerime. İkinci Dünya Savaşı yıllarına denk gelen dört yıllık askerlik döneminde çok çekmişti. Bir türlü acı anılarını üzerinden atamıyordu. Benim konumumun farkında bile değildi. Bir keresinde “Aman oğlum onbaşılara dikkat et, onlar çok zalimdir” demişti.
Asıl sevinen ve sevincinden gözyaşlarına boğulan ilkokul öğretmenim olmuştu. Köy Enstitüsü çıkışlı ve TÖS ün (Türkiye Öğretmenler sendikası) ilçe temsilcisiydi.
Beni nasıl yetiştirdiğini, Haftalık dergi paralarımı kendi cebinden nasıl ödediğini uzun uzun anlattı. Oysa ilkokul yıllarımda, başarılı öğrencilerden Milli Eğitim’in para almadığını söylüyordu.
Artık herkesle samimi olamıyordum. İzin öncesi komutanlarımız “Aman dikkat edin, herkese her şeyi anlatmayın, herkesle samimi olmayın, sizden askeri sırları kapabilirler” demişlerdi.
Gerçi pek aklıma yatmamıştı bu söylenenler ama yine de ben herkese karşı biraz seviyeli olmalıydım. Eh ne de olsa ben, subay olacaktım, her şeyi onlardan daha iyi biliyordum!
Tatil bitmiş ve okula dönmüştüm. Çavuşluğun ne bela olduğunu yeni anlamıştım. Çavuşluk, İlkokuldaki sınıf başkanlığı gibi bir şeydi. Ama onda çok daha beterdi. Sınıfta ki tüm arkadaşlarımı her konuda komutanlarıma ben ihbar edecektim. Komutanlarımın sordukları her soruya doğru cevap vermek zorundaydım. Çocuksu aklımla bile bunları yapamadım. Arkadaşlar arasında en sevilen, idarenin gözünde en disiplinsiz çavuştum. Kesin olan bir şey vardı, ilk fırsatta ne yapıp, yapıp bu dertten kurtulacaktım.
Tatil günleri lokantalara gitmek çok lükstü benim için. Ayda bir de olsa pastanelere oturur tatlı yerdim. Bir keresinde canım tatlı çekmiş, ama tatlıların isimlerini hiç bilmiyordum.
Pastaneye girmeden vitrindeki tatlıların isimlerine bakıp birisini seçip isteyeyim dedim. İsimler genelde akılda kalmayacak kadar yabancı sözcüklerdi.
Tulumba tatlısı, gözüme takıldı. Kolayca aklımda kalacak bir isim, tulumba tatlısı. Pastaneye oturdum, bekliyordum ama ne gelen vardı, ne giden. Sıkıldım tam kalkacaktım ki garson tepeme dikildi. “Buyurun ne istemiştiniz?” diye.
Dilimin ucundaydı, yarı bocalayarak “şey, şey pompa tatlısı ” dedim. Garson gülerek “çok espritüelsiniz” dedi. Ben de evet anlamına gelecek şekilde gülümseyerek başımı salladım. Tulumba ile pompanın farkını çıkışta vitrine bir kez daha bakınca anladım.
Askeri okul elbiselerim üzerimde, Üsküdar iskelesinde Beşiktaş vapurunu bekliyordum. Önümde altı, yedi yaşlarında sünnet olacak bir çocuğa da subay elbiseleri giydirmişlerdi.
Çocuk ablasının elinde tutmuş bir bana, bir ablasına bakıyordu. Bir şeyleri merak ettiğini anlamıştım. Sonunda dayanamadı ablasına beni gösterip, “Abla, bu abi de mi sünnet olacak? “ dedi.
Bir Pazar akşamı okul dönüşüydü. Halk otobüsleri Üsküdar- Beykoz hattına yeni konulmuştu. Biz Üsküdar’da binip, Kuleli Durağı’nda iniyorduk. Yolcuların çoğunluğu bizim arkadaşlarımızdı.
Şoförün tüm uyarılarına rağmen orta boşluğu doldurmuyorduk. Şoför, elli yaşlarında beyaz saçlı, Laz tipli biriydi. Birkaç uyarıdan sonra, “Ne sürü gibi bakıyorsunuz, biraz sıkışın” demez mi!
Her şey bu cümleden sonra bitmişti. Sen ha, askeri öğrencilere sürü diyeceksin? Komutanlarımız boş yere mi dediler “Her sivile ajan, düşman gözü ile bakacaksın” diye. İşte tam fırsat. Beş altı arkadaş şoförü arabadan indirip, tekme, tokat giriştik. O da yetmedi. Elli, almış metre ilerideki askeri inzibat karakoluna götürüp, bizlere hakaret ettiğini ve dövmelerini söyledik. Biz geri dönerken şoförün yalvarma ve bağırma sesleri kulaklarımızda çınlıyordu.
Okula döndüğümüzde durumu komutanlarımıza bildirdik ve ilk başarılı sınavımızdan dolayı bizleri kutladılar ve örnek gösterdiler.
O gece uyuyamadım. Hep o şoför amca gözümün önüne geldi. Gerçekten o kadar büyük bir suç işlemiş miydi? Neden bize karşı o kadar çaresizdi? Neden oğlu yaşındaki çocuklara o kadar yalvarıyordu? Biz kimdik? O kimdi? Sonra nedendir bilmiyorum onun naçarlığını babama benzetip kendimden utandım. Bu olayı da kara bir leke olarak izlerime gömdüm.
Yücel Aktar isminde yüzbaşı rütbesinde bir Tarih öğretmenimiz vardı. Nedendir bilmiyorum beni çok sever, benimle daha çok ilgilenirdi.
Sık sık ders programlarının dışına çıkar ilginç konulara değinirdi. İlk tanıştığımız haftalarda benim Sivaslı olduğumu öğrenince, özel bir tiyatro grubunun “Pir Sultan Abdal ” oyununu oynadığını, hafta sonu oraya gitmemi isteyip, bir sonraki hafta oyunla ilgili sorular soracağını söyledi.
Daha okula başlamadan başta öğretmen olan ağabeyim olmak üzere tüm çevrem, Alevi olduğumu kimseye söylememem ve belli etmemem konusunda beni defalarca uyarmışlardı.
Neden öğretmenim bu görevi bana vermişti? Sonra ben o güne kadar ne tiyatroya gitmiş, ne de tiyatronun ne olduğunu biliyordum. Geldiğim kültürde “tiyatro” sözcüğü iyi anlamda kullanılmıyordu bile.
Pir Sultan ve tiyatro! Bu iki sözcük nasıl yan yana gelebilirdi ki? Ama madem bu görev bana verilmişti, gidecektim.
Gittim ve ilk şoklarımdan birini yaşadım. Aleviydim ama ben de Pir Sultanın kim olduğunu, neyi savunduğunu yeni öğreniyordum.
Daha sonraki derste oyunun konusunu olduğu gibi anlattım. Birçok arkadaşın hoşuna gitmiş olacak ki arkadaşların büyük bir kısmı o oyunu izlemeye gitmişti.
Aynı hocamız, bir sözlü sınavında bana Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş nedenlerini sorduğunda iç ve dış nedenler diye uzun uzun anlatmıştım. O da, benin çöküş nedenleri diye saydığım tüm maddelerin tersini varsayarak “Kanuni hiç ölmeseydi, Büyüme doğal sınırlara dayanmasaydı, bütçe hiç açık vermeseydi, bugün Anadolu’da Osmanlı İmparatorluğu, yani bir imparatorluk olur muydu?” diye sorduğunda bocalayıp kalmıştım.
“Geç o hikâyeleri geç, asıl nedeni imparatorluklar dönemi kapandığından çöktü” diyerek on beş yirmi sayfalık bir masalı bir cümleyle çürütmüştü.
Yücel Hoca’mız aynı zamanda çok okuyan bir öğretmenimizdi. Kendisi yüzbaşı olduğu halde, sivil öğretmenlerimiz gibi bize çok yakındı.
Genelkurmay Yayınlarından “Türk Devrimi ve Kurtuluş Savaşı” diye bir kitabı bana hediye etmiş, oku ve okuduğunu anla demişti. Kitabın özelliğini ve öğretmenimizin düşünce yapısını yıllar sonra o kitabı tekrar okuyunca anlayabildim.
Bir de sevdiğim kız vardı İstanbul’da. Daha Kuleli Askeri Lisesi’ni kazanmadan onun uğruna aylarca sınavlara hazırlanmış, onun için özellikle İstanbul’u seçmiştim.
Kuleli öncesinde yaz tatilinde Ablamın köyünde tanışmıştık. İkimiz de Ablamın evinde misafirdik. İkimiz de on dört, on beş yaşlarındaydık. Uzaktan akraba da oluyorduk birbirimize. Çocuksu yüreğim ilk kez aşkla tanışıyordu.
Bilmediğim bir şeyler vardı beni ona bağlayan. Bana göre farklı olan diline mi? Huyuna mı,? Kaşına, gözüne mi? Şimdi bile bilemediğim bir şeylerine bağlanmıştım işte. Kısa köy tatilinden sonra o İstanbul’a, ben de Divriği’ye dönmüştüm.
Aradan bir yıl geçmişti. Artık ben de İstanbul’daydım. Adresini bulmam çok zor oldu. Kimseye açık, açık soramıyordum. Sonunda Sanayi Mahallesi’nde bir gecekonduda izine rastladım. Çeşitli yalanlar uydurup iki, üç haftada bir ona uğrayıp sessiz, sedasız yanında oturuyordum, Ellerim ellerine bile değmiyordu, Ama deliler gibi seviyordum.
Konuyu açacaktım, açacaktım ama hep bir sonraki haftaya erteliyordum dillerimi. Ya yanıtı olumsuz olursa, ya bir daha benimle konuşmazsa diyerek kaybetmekten korkuyordum. Asıl bu acıya hiç dayanamazdım. En iyisi ne sorumu sorayım, ne de cevabını duyayım. Böylesi daha iyi, en azında evine geliyorum, O’nu görebiliyorum ya, bu bile yeter. Artık tüm düşlerimde ve şiirlerimde onunla beraberdim.
Gecekonduda yaşayan bir kızdı ve yaşı on beşini çoktan geçmişti. En iyimser tahminle benim önümde daha Kuleli, Harp Okulu, Sınıf Okulu yani sekiz yıl vardı. Gerçekçi olmam gerekirdi. Zaten pek yapabileceğim bir şey de yoktu. Bir sonraki yaz anı defterime bol bol aşk şiirleri yükleyip, evlenip gitti.
Ama bende bıraktığı iz hiç bir zaman silinemedi. Kırkından sonra karşılaştığımız bir ortamda herkesin önünde o günkü çocuksu duygularımı açıp onun duygularını sorduğumda yanıt olumluydu. Olumluydu ama ilk aşımız yıllara yenik düşmüştü. Anılara saygılı olmalıydık. Artık o bir nene, ben iki çocuk babasıydım.
Okulda ikinci yarıyıl bitmek üzereydi. Benim derslerim yine çok iyiydi. Sezon bitimi, yeniden sınıf çavuşu olacağım kesin gibiydi. Ama çok çekmiştim bu çavuşluktan. Kesinlikle çavuşluğu istemiyordum. Ne yapıp, yapıp ders notlarımı biraz düşürmeliydim.
Son sözlü sınavlarını oluyorduk. Fizik dersiydi. Öğretmenimiz, subay kökenli ve beni çok seviyordu.
Sorduğu soruların tamamına ters cevaplar veriyordum ya da hiç vermiyordum. O da anlamıştı bir şeylerin döndüğünü ama ne olduğunu bilemiyordu. Sonunda bir tekerleğin çevre uzunluğunu verip, on tur atınca kaç metre yol alacağını sordu. Tabi onu da bilemedim! Öfkelendi, amacımı sordu. Ben de “amacımın çavuşluktan kurtulmak olduğunu” söyledim. Kızdı, amacıma uygun düşük bir not verdi.
Daha sonra Okul Komutanı’na durumu anlatmış. Genel bir içtimaa da Komutan, ağzını açtı, gözünü yumdu. Ben subay olamazmışım. Önce asker, sonra başarılı öğrenci olmamız gerekirmiş. Bugün bir sınıfı yönetemeyen, yarın ülkeyi nasıl yönetecekmiş! ( Sanki görevimizmiş gibi ! )
Benim için bu sözlerden daha önemlisi çavuşluktan kurtuluşum olmuştu.
Yaz aylarında kamp yeniden başlamıştı. Bu kamp, daha renkli geçiyordu. Arkadaşlara ve askerliğe (ve de ayrılığa) biraz daha alışmıştım. Kampın yarısı olmamıştı ki Kıbrıs Çıkartması başladı. Bizim kampta da savaş koşullarına göre programlarda değişiklikler yapıldı. Artık askeri yönümüz ve eğitimler öne çıkıyordu. Deniz ve spor unutulmuş gibiydi.
O kadar şartlanmıştık ki savaş ortamına, sanki bizler de gidecektik. Hem Kıbrıs’ı, hem de ülkenin kötü gidişini kurtaracaktık.
Geceleri kampımızda karartma oluyordu. İki üç kilometre ötemizdeki Amerikan Hava Üstünde hiçbir karartma yoktu. Biz komutanlarımıza “O ışıklardan dolayı bizim yerimiz de belli olmaz mı? ” diye sorduğumuzda, biraz da alaylı tavırla o ışıkların hayrına bizim de güvencede olduğumuzu söylüyorlardı. Gerçi bu cevap hoşumuza gitmiyordu ama biraz da işin bir ucunda can olunca sesimiz soluğumuz çıkmıyordu.
Milliyetçilik rüzgarları doruktaydı. Bir Türkün dünyaya bedel olacağına inanacak kadar düşlerdeydik. Kıbrıs’tan sonra Batı Trakya, adalar düşlerine dalıyorduk. Tatbikatlarda sadece yüzlerimiz değil, gözlerimiz de boyalanıyordu sanki. Kıbrıs’a gönüllü gitmek isteyen arkadaşlar komutanlarımıza başvuruyorlardı. Yazdığım aşk ve sevda şiirlerinin yerini kahramanlık ve ırkçılık kokan şiirler almıştı.
Bereket savaş da tez bitti, kamp da.
Çok kısa bir tatilden sonra derslere yeniden başlamıştık. Yaz tatillerini neden kısa tuttuklarını bir komutanımız anlatmıştı. Sivillerle çok fazla içli, dışlı olmamız istenmiyordu.
Kendi ailemizle bile yılda ancak on, on beş gün birlikte olabiliyorduk. Normal ders sezonu bitince kamp ayları başlıyordu.
Bunun acısını da o yaz kamptayken yaşadım. Anamı kaybetmiştim. Cenazesinde bile bulunamadım. Yaram çok ağırdı ama okuluma ve derslerime yansıtmamaya çalışıyordum.
Anam, ölmeden önce doktora gittiğinde doktor, anamın vitaminsiz kaldığını, çok iyi beslenmesi gerekliliğinden söz etmiş. Doktor, reçeteyi babama, babam da reçeteyi yellere savuruyor tabi.
Anamın acısını atamadan dört ay sonra babamı da kaybettim. Onun da cenazesinde bulunamadım. Nedenini bilmiyorum, iki acıyı da içimde sakladım. Çok samimi üç, beş arkadaşımın dışında, diğer arkadaşlarımın bu ölümlerden haberleri bile olmamıştı.
Anam Babam, göçmüştü ama yaşam devam ediyordu. Derslerim iyiydi. Çavuşluktan kurtuluş planlarımı bu kez daha önceden ve hiç dikkati çekmeden yapıyordum.
Arkadaşlarla aramızda çok kuvvetli dostluk bağları oluşuyordu. Kardeşten de öte dostluklar yaşanıyordu.
Hemen hemen yılın tamamını birlikte geçiriyorduk. Hele bir de yatılı okul olunca. Yılda on beş gün kardeşlerimizle, kalan günler arkadaşlarımızla birlikteydik. ( O güzel ve yalın dostlukları, ne üniversite yıllarımda, ne de siyasi yaşamımda görebildim)
Yavaş yavaş kafamızda siyasi yörüngeler de oluşuyordu. Dışarıdaki siyasi gelişmeleri daha yakından izliyor, kendi aramızda tartışmalar yapıyorduk.
Genel olarak Kemalist, antiemperyalist, görüşler ağır basıyordu. Sol çizgideki devrimci, ülkenin tam bağımsızlığını savunan, antiemperyalist örgütlenmeler sempatiyle baktığımız eğilimlerdi.
Okul yönetimiyle aramız her gün biraz daha açılıyordu. Bu siyasi farklılığımız her şeye yansıyordu.
Artık onurlu yaşamak istiyorduk. Küfre, dayağa, İnsan onurunu rencide eden davranışlara ve cezalara karşıydık.
Bir gün Okul Disiplin Yönetmeliği’nde yazan “Kalitesi düşük insanlara gezmek suçtur ” ibaresinde ki insan kalitesini neye göre ölçeceğiz diye sorduğumuzda “Giyiminden kuşamından belli olur” diye cevap verildiğinde kıyameti koparmıştık.
Bir arkadaş Komutan’a “ Peki komutanım o giyimi kuşamı kötü olan insan benim babamsa?” diye sorduğunda komutanımız bocalamış ve arkadaşımızı bozgunculukla suçlamıştı.
Farkına varmadan siyasi kutuplaşmalar da başlamıştı. Çoğunluk sol, yurtsever çizgide, çok az bir grup arkadaş da sağ çizgideydi.
Okul yönetimiyle öğrenciler arasında ki her sorun da sağcı arkadaşlar yönetimin yanında yer aldıklar için, hem taraftar toplayamıyorlardı, hem de birçok kez kişiliklerinden ödün vermek zorunda kalıyorlardı. Bundan dolayı sayıları daha azdı. Bizim gözümüzde onlar yalaka, ispiyoncu; Onların gözünde de bizler Komünisttik.
O yıllarda 1 Mayıs tatil günüydü. Bahar Bayramı olarak kutlanıyordu. Ders yapmıyorduk. 1976 yılıydı. Ya törenlere katılmamızdan korkulduğu için, ya da can güvenliğimiz düşünüldüğünden izinler yasaklanmıştı.
Taksim Meydanı’nın da ki kalabalığı merak ediyorduk. Yüz binlerce işçiden söz ediliyordu aylar öncesinde. Sekiz, on arkadaşla kaçak gitmeyi denedik ama o günkü denetimler diğer günlere göre daha sıkıydı. Başaramadık.
Biz de okulun arkasındaki ormanı tercih ettik. 1 Mayıs konusunda daha önce görev verdiğimiz iki arkadaş bize günün anlam ve önemini anlatmıştı.
Bu anma, bizim ilk siyasi toplantımızdı. Herkes heyecanlıydı. Belki de ondan dolayı konuşmaları kısa kesip şiir marş ve türkülerle devam ettik.
Ormanın, baharın ve bayramın güzelliklerini, türkülerle ve şiirlerle bir piknik havasına dönüştürmüştük.
Akşam haberleri izlediğimizde heyecanımız doruktaydı. Resmi kanal bile beş yüz bin işçiden söz ediliyordu. Bizler de mutluluğumuzu, birbirimize kaş göz ederek anlatmaya çalışıyorduk.
Yavaş yavaş kendi aramızda fraksiyon ayrılıkları da başlamıştı. Bizdeki ayrım, sivil örgütlenmelerdeki ayrımlara benzemiyordu. Belki birbirimizi çok sevdiğimizden, belki de özel koşullarımızdan dolayı tüm farklılıklara saygı duyar ve dostluk bağımızı hiç bir zaman koparmazdık.
Edebiyata olan ilgim ve ve şiir yazma hastalığım artarak devam ediyordu. Gizli gizli Nazım’ın, H. Hüseyin’in, Enver Gökçe’nin, Ahmet Arif’in, Bedri Rahmi’nin şiirlerini okuyordum. Ama buna rağmen gurbet ve sevda ağılıklı Halk Edebiyatı türünden kafiyeli şiirleri yazmayı da bırakamıyordum.
Özellikle Mahsuni’nin çok fazla etkisinde kalmıştım. Hemen, hemen tüm türkülerini ezbere biliyordum.
Kendi şiirlerimde de toplumsal konulara değinmeye çalışıyordum. Aramalarda dikkati çekmesin diye bu tip şiirlerimi ders defterlerinin ara sayfalarına ve düz metinler biçiminde yazıyordum. ( Özellikle tarih hocamdan dolayı tarih defterime )
Daha sonraki yıllarda ( Özellikle Harp Okulu’nda ) daha güzel çözümler bulmuştuk. Klasik romanların orta kısımlarına denk gelen kısımlarını çıkartıp oralara okumak istediğimiz yasak yayınları ilave ediyorduk. Kontrollerde klasikleri okuyor süsü veriyorduk. Bu şekilde dış kalıbı “Kelebek” olan ameliyatlı romanı, içeriği çok, farklı olarak aylarca elden ele dolaştırdığımız olmuştu.
Tazminat ödemeden kıta subaylığından kurtulmak için bir fırsat doğmuştu önüme. Harp Okulu ve Askeri Liselere Öğretmen yetiştirmek için üniversitelere Askeri Öğrenci gönderilecekti. Bunun için normal üniversite sınavlarına girip sadece istenilen bölümleri yazabilecektik.
Aklımı ODTÜ ye takmıştım. Sadece Matematik bölümünü yazmamız gerekiyordu. Yazdım ve kazandım da. Hem de iyi bir dereceyle.
Bunun mutluluğu ile uçarken siyasi sakıncam ilk kez önüme set oldu. Uygun görülmedim ve gönderilmedim.
HARP OKULU YILLARIM
Düşlerimdeki ODTÜ yolu kapanmıştı, Onun yerini Harbiye almıştı. Başkentteydik. “ Bu ülkenin kaderini, Mülkiyeliler ve Harbiyeliler belirler ” diyorlardı.
Sadece okuduğumuz, yaşadığımız kent değil, yaz kampımızın yeri de değişmişti.
Daha derslere başlamadan İzmir Menteş’teki yeni Eğitim Kampı'mıza ulaşmıştık. Burası, denizi, dağları ve ormanlarıyla Yalova’daki Hersek kampına göre çok daha güzeldi.
Gece eğitimlerine daha çok önem veriliyordu. Eğitim amacıyla bizi, kamp yerimizin karşısındaki Askeri Saha içerisinde kalan boş bir adaya (Hekim Adası) gemilerle bırakıp birkaç gün sonra almaya gelirlerdi.
Amaç, bizleri açlığa, susuzluğa ve her türlü doğa koşullarına alıştırmaktı. Ama biz buna da bir çözüm bulmuştuk. Mataralarımıza, sırt çantalarımıza su yerine biralarımızı, kolalarımızı doldururduk.
Aynı zamanda çıplaklar kampına çevirdiğimiz adada geçirdiğimiz bu günler, tam tersine en güzel, en eğlenceli, en rahat günlerimiz olurdu.
Yine bir kamp günümüzdü. Eğitim dönüşü bizim arkadaşlardan Dursun Koçak ( Şereflikoçhisarlı olduğu için biz ona Şereflikoçhisar’ın şerefsiz evladı diye takılırdık- Evren kıyımında bizleri yalınız bırakmadı ama şimdi aramızda ayrıldı ) yere tükürürken rüzgar, tükürüğünü yanındaki sağ görüşlü bir arkadaşın koluna taşımıştı.
Diğeri, hemen bölük komutanına koşar ve “Komutanım Dursun bana tükürdü ” der.
Komutan, ikisini de tanıyor; İkisinin de siyasi yönlerini biliyor.
İkisini de sorguya çeker ve ifadelerini aldıktan sonra kendi görüşünü de ilave ederek, ifadeleri tabur komutanına gönderir.
Kendi görüşünü yazdığı metnin sonuna da “Yaptığım araştırmaya göre bu tükürüğün, adi bir tükürük olmadığı, ideolojik bir tükürük olduğu saptanmıştır” ifadesini kullanır!
Harp Okulu yıllarımız biraz daha zordu bizler için. Kuleli’deki arkadaşların büyük bir kısmı sol, demokrat, yurtsever yapıya sahip olduğundan çalışmalarımız çok daha kolaydı. Ama Harp Okulu’na yaklaşık bizim sayımız kadar sivil liselerden öğrenci alınmıştı.
Bu yeni öğrencilerin tamamı sağ görüşün hakim olduğu Yozgat’taki, Kırıkkale’deki Ankara'da ki Atatürk lisesi gibi yerlerden gelmişlerdi ve geldikleri ortamların özelliklerini taşıyorlardı.
Bunlarla, bizdeki az sayıdaki yandaşlarının birleşmemeleri bizim işlerimizi ve çalışmalarımızı daha da zorlaştırmıştı.
Ankara, İstanbul’a göre küçük bir kentti. Aynı zamanda memur ve öğrencilerin yoğun olduğu bir yerdi. Sivillerle olan dış bağlantılarımız daha fazla oluyor ve dışarıdaki siyasi ortamlar bizleri daha çok etkiliyordu.
Politik çizgisi olmayan arkadaş kalmamış gibiydi. Tartışmalara ve toplantılara aktif olarak katılmazsalar bile artık her arkadaşların siyasi eğilimleri belliydi.
Benim tüm akraba çevrem Tuzluçayır Mahallesi’ndeydi.
O yıllarda Tuzluçayır’a resmi elbiselerimle gitmem mümkün değildi. Asker ve polisin giremediği bir bölgeydi. Yasak olasına rağmen genelde arkadaşların evlerinde sivil elbiselerimi giyer, sivil giysilerimle mahalleye giderdim.
Tuzluçayır, Ankara’daki siyasi ortamın en yoğun olduğu bölgeydi. Tüm sol fraksiyonların merkezi gibiydi. Direk içlerinde yer almamama karşın arkadaşlık bazında tüm gruplarla dostluklarım vardı. Çoğu benim asker olduğumu bile bilmezdi. Ben de bilmelerini istemiyordum zaten.
Mahalle girişinde her yol çevirmelerinde asker ve polis, herkesi didik didik aramalarına karşın beni hiç aramazlardı. Çoğu kez kimlik bile sormazlardı. Bunun tek nedeni, benim her şeyimle asker, memur kılıklı olmamdı.
Bizim keskin solculara şu bıyıkları, favorileri kesin, parkalarınızı, postallarınızı çıkarın, daha rahat çalışırsınız diye defalarca söylememize karşın kimse bu uyarıları dikkate bile almazdı.
O sıralarda şimdiki eşimle aramızda sevgi bağları da doğmaya başlamıştı. O da Tuzluçayır’da oturuyordu. Artık Tuzluçayır benim için her şeydi. Okul dışındaki zamanlarımı genelde orada geçiriyordum.
Harp Okulu’nda, milliyetçi, aşırı sağcı bir partinin (MHP) yoğun bir örgütlenmesi vardı. Yönetimi de yanlarına alarak çok rahat çalışıyorlardı. Biz onlar gibi rahat değildik. Bizim çalışmalarımız yoğun bir gizlilik içerisinde oluyordu.
Gizlilik derken, bizdeki siyasi faaliyetler dışarıdaki sivil faaliyetlere, örgütlenmelere hiç benzemiyordu. Genellikle yeni kitaplar okuma, ülkeyi ve dünyayı yorumlama, sanatla uğraşma gibi teorik çalışmalardı.
Bize göre, ülkemiz Atatürk’ün çizdiği “özgür ve bağımsız çizgiyi” terk etmiş, her gün biraz daha emperyalizmin güdümüne giriyordu. Bu gidişe dur demek bize düşüyordu. Sonuç olarak biz de Atatürk’ün okuduğu okulda okuyor, gizli faaliyetlerimizle ve ana amacımızla gittiği yolda gidiyorduk.
Milliyetçilik adına yola çıkanlar, tüm yazışma ve konuşmalarında Arapça’nın, bizler de Öz Türkçe’nin savunuculuğunu yapıyorduk.
Milliyetçilik adına yola çıkanlar, mevcut kötü gidişi, NATO’yu ABD’yi savunuyorlardı; biz de tüm bedellere rağmen bunlara karşıydık.
Bizim de, onların da siyasi faaliyetleri bir etiket kavgasından öteye gitmiyordu. Onların üstünlüğü idareyi yanlarına almalarından ve çok rahat çalışmalarından; Bizim üstünlüğümüz siyasi görüşlerimizin sağlamlığından ve sayımızın çokluğundan kaynaklanıyordu.
Özellikle Okul yönetimi, her konuda onların yanındaydı. ( Zaman, zaman çok kısa da olsa iyi dönemleri de yaşadık ) Özellikle yetmiş sekizli yıllarda sabahları kalk borusunun yerini mehter marşı almıştı.
Cumhuriyet gazetesini rahat okuyamıyorduk. Zaten çok sınırlı geldiği için kantinde bulmamız bile zordu.
Yıl yetmiş sekizdi. Ecevit hükümetinden umut beklemiştik ama tam tersi olmuştu. Okuldaki sağ kadrolaşmalar daha da arttı.
Çözümü okul dışında sivil kişi ve kuruluşlardan aradık. Bir kısım arkadaşlar Ahmet Yıldız’a gitmişlerdi. O zamanlar yanlış hatırlamıyorsam Halk Evleri Başkanı ve Tabi Senatördü.
Yıldız, Ecevit’le özel olarak görüşüyor ama Ecevit gerçek yüzünü ta o zaman belli ediyordu. Askeriyede ki sağ kadrolardan değil, sol kesimlerden huzursuz olduğunu açıklamıştı Ahmet Yıldız’a.
Kendim Cumhuriyet Gazetesine gittim. Mustafa Ekmekçi ile iki kez görüştüm. Okulda ki sağ kadrolaşmalar hakkında bilgi verdim. Üç dört kez köşesinde yazdı. Faydası da oldu. Artık sabahları mehter marşı ile uyanmıyorduk.
En çalışkan öğrenciler bizim arkadaşlarımızdı. Kenan Evren bir konuşmasında, “Komünistler, en zeki, en çalışkan öğrencilere çengel atmışlar” demişti. ( Tabi o yıllarda akıllı ve zeki insanların bu yolu seçeceğini O akıl edemiyordu!) Bundan dolayı, ders durumu en iyi öğrenciler, sicili en bozuk öğrenciler olmuştu.
Sık sık arama adı altında bizim arkadaşların yatakları, dolapları, eşyaları, kitapları, defterleri talan ediliyordu. Aramalar dayanılmaz düzeylere gelmişti. Aslında önemli bir şeylerin çıkmayacağını idare de biliyordu. Asıl amaç, bizleri huzursuz etmek çevremizdeki arkadaşların sayısını azaltmaktı.
Aramalarda hem dershaneler, hem koğuşlar nasibini alıyordu. Ama yönetim, kendilerinin arama yaptıklarını ve eşyaları dağıttıklarını kabullenmiyorlardı. Şikâyete gittiğimizde de “ basit bir hırsızlıktır” diye geçiştiriyorlardı.
Bir keresinde yine böyle bir bozgunu yaşayan arkadaş, takım komutanına gider ve durumu anlatır. Takım komutanı, önemsemeyerek “hırsızlık filandır” der. Arkadaş “Komutanım zaten ben de onun için geldim, iki donumu birden çalmışlar” der.
Aramayı yapan ve eşyaları dağıtan komutanın kendisidir. Kızarır, bozarır, önce ne diyeceğini karıştırır sonra da sinirli sinirli “ Sen beni hırsızlıkla mı suçluyorsun? Kala kala senin boklu iki donuna mı kaldım? ” der ve arkadaşı odasından kovar.
Bir sınıf aramasında Yavuz Taftalı’nın dolabında Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın kitabı çıkar. Önce bir anlam veremez aramayı yapan subay, sonra Yavuz’a “Bu doktor kim?” diye sorar; Yavuz, “ Dedemi tedavi eden tanıdık bir doktor, merak ettim aldım” der. Subay da “ Bunun buralarda ne işi var, götür evinde sakla” diye geri verir.
Harp Okulu dört yıla çıkarılmıştı. Askeri eğitim ve derslerin yanında, ön lisans alabileceğimiz kadar çeşitli bilim dallarından da eğitimler alıyorduk.
Asker kökenli öğretim görevlilerinin yetersizliğinden bu derslerimize çeşitli üniversitelerden sivil öğretim görevlileri giriyordu.
Bu hocalarla ilişkilerimiz daha sıcaktı. Buna karşın özellikle yetmişli yılların sonlarında aşırı sağ görüşleri benimseyen hocalar seçilmişti. Ama unuttukları bir şey vardı; Artık her şey çok geçti; Biz, rotamızı soldan yana çoktan çizmiştik.
Makro ve mikro ekonomi derslerimizde ilginç tartışmalar yaşanıyordu. Ekonomik modellerin tartışıldığı bir dersti. Tartışmalarda düşüncemizin önüne geçemeyen hocalarımız, sonunda çözüm olarak “ Sosyalist modelle ilgili olarak soru sormayacağız, o sayfalara çalışmayın ” diyorlardı. Tüm bunlara karşın yine de bizler için en ilginç sayfalar o sayfalar oluyordu.
Bizler, Harp Okulu’nun merkez binasında, bizden iki dönem önceki 78 Devresi, Doğu Sitesi’nde kalıyorlardı. O devreye sivil liselerden fazla öğrenci alınmadığı için onların siyasi yapıları daha sağlamdı. Hemen, hemen tamamı sol ve demokrat düşünceliydiler. Okul yönetimi, onların yapısını bildiği için bizim onlarla görüşmelerimizi yasaklamıştı.
Biz de spor kıyafetlerimizi giyerek onlarla okulun çevresindeki ormanlarda buluşuyorduk. Onlar, gerçekten kendilerini her yönden çok iyi yetiştirmiş ağabeylerimizdi. Haftada iki üç kez ormanda randevularımız vardı. Resmi kayıtlarda spor yapıyorduk ve bu hareketimiz komutanların da hoşuna gidiyordu.
Harp Okulunda iki kez 1 Mayıs’ı bu şekilde okulun ağaçlık alanlarında kitlesel olarak kutlamıştık.
Aklımıza göre bunları gizlilik içerisinde yapmıştık ve kimselerin bu konuda bilgisi yoktu. Yıllar sonra düdükler ötüp gözaltına alındığımızda o toplantıların hiç de gözlerden uzak olmadığını anlamıştık ama artık her şey çok geçti. 1 Mayıslarımız, 12 Eylül’e yenik düşmüştü.
Yücel Ilıman, Alpaslan Kocadağ ve ismini hatırlayamadığım bir arkadaşın okulla ilişiklikleri kesilmişti. Özellikle Yücel, çok sevilen ve çok başarılı bir öğrenciydi. Yücel’i sağlam kişiliği ve üstün insani yapısından dolayı kimi sağ görüşlü arkadaşlar bile severlerdi.
Çok dar kapsamlı bir toplantı yapıp bu atılmalara karşı tepkimizi göstermeye karar vermiştik.
Aynı gün akşam yemek boykotu yapacaktık.
Karar, kısa zaman diliminde ve gizlilik içerisinde alınmıştı. O andan itibaren her arkadaş bağımsız olarak alt kümelerine notu iletecekti. Onlar da kendi alt kümesinde ki arkadaşlara. Yani bu kararın akıl hocalarının kimler olduğu çok gizli tutulacaktı. Herkes savunmasını bağımsız yapacak; Kimse savunmasında ikinci bir isimden söz etmeyecekti.
Kararın birinci aşaması çok başarılı olmuştu. Arkadaşların yarıdan fazlası o gün akşam yemeğini yemeyerek boykota katılmıştı.
Etüt saatimizi de tamamlamış ve koğuşlara çekilmiştik ki kıyamet koptu. Nöbetçi subayı, Okul Komutanını arıyor, O da tüm subayları acele olarak okula çağırıyor. Herkes yataklarından kaldırılıp dershanelere dolduruldu ve sekiz on merkezden ayrı ayrı sorgular başlatılmıştı.
Sorgulamalar yazılı oluyordu. Sorular, kabaca o gün ders bitiminden yatakhaneye çıkana kadar kimlerle ne yaptığımıza, yemeğe neden gitmediğimize yönelikti. Zaman gece yarısını çoktan geçmiş ve sorguların yüzde onu bile tamamlanmamıştı.
Savunmalar, bizim açımızdan çok güzel gidiyordu. Cevaplar, tam istediğimiz gibiydi. Herkes bağımsızdı, kimse kimseyle görüşmemişti.
Nasıl oldu biz de anlamadık, bizim yönlendirmemiz dışında tüm ifadelerde arkadaşlar “ kantinde bisküvi aldıklarını, karınları tok olduğu için yemeğe gitmediklerini” yazmışlardı.
Sorgular devam ederken kantinde satılan bisküvi sayısı ile bisküvi alanların sayısı karşılaştırılıyor; Fark, korkunç. Bir de daha ifadesi alınmayan onlarca insan var.
Bu sorgularla bir sonuç alamayacağını anlayan Okul Komutanı, herkesi tekrar koğuşlara göndermeye karar verdi. Bir, iki saat sonra sabaha karşı benim de içinde bulunduğum listesini oluşturdukları kırk, elli kişiyi yeniden yataklarından alıp sorguya çekmeye başladılar.
Soruların içeriği biraz daha arttırılmıştı. Tüm çabalara rağmen istenilen cevapları bir türlü alamıyorlardı.
Örf-i İdare Mahkemesi kurulacağını söylüyorlardı. Bu yaptığımızın, “askeriyede toplu isyan başlatmak” suçu olduğunu ve karşılığı olarak da idamdan söz ediyorlardı.
Biz tüm bunlara rağmen suç unsuru oluşturacak hiç bir ipucu vermiyorduk.
İzmirli bir arkadaş, rejim yaptığı için yemeğe gitmediğini söyleyince komutan, öfkelenerek “Ulan siz rejim yapmıyorsunuz, rejimi yıkıyorsunuz” diye azarlamıştı.
Günlerce ifadelerimizin sonucunu bekledik. Az olasılık da olsa Örf-i İdare Mahkemeleri’nde idamla yargılanacağımızı aklımızda geçirmemiş de değildik.
Bir sonuç çıkmamıştı. Böylelikle ilk boykot ve protesto eylemimiz başarıyla sonuçlanmıştı.
Tüm bu hareketlerimizin birilerinin gözünde bardağı taşıran son damlalar olduğunu yıllar sonra sorgularımızda öğrendik.
Ben, “Birikim Dergisi”nin etkisinde çok fazla kalmıştım. O dergiyi okuyan arkadaşların siyasi, bilimsel ve sanatsal yorumları dikkatimi çekiyordu. Değişen ülke ve dünya koşullarını oradan izlemeye çalışıyordum. Özellikle dergideki sanatsal yazılar ilgimi çekiyordu. Aylık yayımlanan bu derginin abonesi olmuştum.
Hafta sonları değişik evlerde bir araya gelip o dergideki yazıları yorumluyorduk. Bazen gereksiz ateşli tartışmalar da yaşanıyordu aramızda ama sonunda mutlaka herkes barışık ve mutlu ayrılıyordu.
Maltepe’de Harp Okulu’na ait bir lokalimiz vardı. Tatil günlerimizi genelde orada geçirirdik. Lokalin kapasitesi sınırlı olduğundan ( Bizden sonra Onur İş Hanı’nda daha geniş bir yere taşınmıştı) bazen oturmak için yer bulamadığımız oluyordu.
Zamanla yer sorunu siyasi bir sorun olmaya başladı.
İki taraf da, lokale hakim olmak, kendi arkadaşlarına yer bulmak, kendi müziğini çaldırmak, kendi yayınlarını sokmak istiyordu.
Artık bu soruna köklü bir çözüm bulmaya karar vermiştik. Tatil günleri nöbetleşe guruplar halinde lokali işgal etmeye başladık.
Müzik yayınını ele geçirip, masaları kendi yayımlarımızla dolduruyorduk.
Birkaç hafta sonra sağ görüşlü arkadaşlar lokale gelemez olmuştu. O mevziiyi ele geçirmek, bizler için haftalarca anlatmakla bitiremediğimiz büyük bir zaferdi.
Gençlik Parkı solcu, Kurtuluş Parkı sağcı grupların denetimindeydi.
Gençlik Parkı’nda Harp Okulu öğrencilerinin de katıldığı bir kız kavgası çıkmış ve bizim sağ görüşlü öğrencilerimiz sivil solcu gençlerden iyi bir dayak yemişlerdi.
Olay bizlere yanlış ve yanlı yansıtılmıştı.
İddiaya göre dayak atan gençler “ Buraya askerler ve faşistler giremez” demiş ve bizimkileri dövmüşlerdi.
Hafta boyunca okul bu haberle çalkalandı durdu.
Olay, maksatlı olarak kız davasından çıkartılıp, “ Faşist Askeri öğrenciler Gençlik Parkı’na giremez” denildi diye yansıtılmiştı.
Biz, sık sık Gençlik Parkı’na gittiğimiz ve dayak yiyen arkadaşların yapılarını bildiğimiz için bu söylenenlere pek inanmıyorduk.
Komutanlarımız, bir sonra ki hafta beş altı otobüs ayarlayarak bizleri Gençlik Parkı’na gönderip olay çıkarmamızı ve herkese gözdağı vermemizi istemişlerdi.
Bizden istediği desteği bulamayınca daha alt sınıfları devreye soktular ve istediklerini yaptırdılar da.
Gençlik Parkı’nda tam bir askeri terör estirilmişti. Masalar dağıtılmış, camlar kırılmış, tipi beğenilmeyen gençler dövülmüştü.
Aynı gün akşam resmi televizyon kanalı olayı “ Teröristler, Gençlik Parkı’nda Harp okulu öğrencilerine saldırdı ve esnafa büyük zarar verdi” diye vermişti.
Yetmiş sekiz devresi mezun olmuş ve ordu saflarına teğmen rütbesiyle katılmışlardı.
Aynı dönemde okuyan sağ görüşlü kimi öğrenciler ( Sayıları yok denecek kadar azdı) okul yönetimlerine dilekçeler vererek, kendileri de dahil o devrenin subay olarak kıtalara gönderilmeden topluca okuldan ( ve dolayısıyla ordudan ) atılmalarını önermişlerdi.
Ama artık çok geçti.
Bir 29 Ekim kutlamasıydı. Hipodrom’da resmi geçitte, bizlere sıra gelince Resmi protokol kısmında “ Yaşasın Devrimci Harbiye” sloganları yükselmeye başladı.
Bu sloganları atanların yetmiş sekizli teğmen ağabeylerimiz olduklarını sonradan öğrendik. Nasıl da gurur duymuştuk.
Hamza Yalçın, yetmiş sekiz devresinde ve yakın köylümdü.
Gerek Askeri Lise'de, gerekse Harp Okulu yıllarımda çok fazla etkisinde kalmıştım.
Hamza ve arkadaşları, Dev Genç'in bölünmesinden sonra oluşan Dev Yol ve Dev Sol ayrışmasının dışında kalıp Üçüncü Yol denilen farklı bir çizgiyi izliyorlardı.
Onların devrimci, yurtsever çizgilerini yakından izliyor ve sempati duyuyordum.
Duyumlara ve iddialara göre Hamza, örgütü adına ahlaki gerekçelerle İstanbul’da kendi oturduğu Sanayi Mahallesi’nde yeni açılan bir pavyonun kapatılmasını istiyor mal sahiplerinden.
Önce gerekli uyarıyı yapıyorlar ama pavyon faaliyetlerine devam ediyor.
Arkadaşlarıyla birlikte pavyona baskın yapmaya karar veriyorlar.
Jandarma devreye giriyor. Çıkan çatışma sonucu Hamza yaralanıyor, erkek kardeşi ölüyor, kız kardeşi kayıplara karışıyor, babası da işten atılıyor.
Böylece daha 12 eylül yaşanmadan Yalçın ailesi, çoktan on iki eylülleri yaşamaya başlamış oluyordu.
Daha sonra Hamza’nın ceza evinde kaçtığını, yakın arkadaşı Teğmen Ömer Yazgan’ın Akyazı’da bir kuyumcu soygununa katıldığı gerekçesiyle yakalandıktan sonra firari subay olduğu halde, mesleğinin kamuoyunda gizlenerek idam edildiğini öğrendik.
Ne acı ki, o günkü koşullarda Ordu, kamuoyu önünde “birlik ve beraberlik” nutukları atarken kendi mensubu genç bir subayı da gözünü kırpmadan ipe yollamıştı.
Artık siyasi ortam çok daha ateşlenmişti. Tuzla Piyade Okulu Komutanı General Sabri Yüzbaşıoğlu’nun genç subaylar tarafından vurulduğu söyleniyordu.
MHP nin en güçlü olduğu yerlerden biri olan Ankara Bahçelievler’deki ilçe binası basılmış ve aynı anda yakınındaki bir polis karakolu bombalanmıştı.
O günkü koşullarda böyle büyük eylemleri devrimci subayların yapacağı söylentileri yayılıyordu.
Bu söylentiler, bir yandan bizim moral ve mücadele gücümüzü arttırıyor bir yandan da sonumuzu hazırlıyordu.
Maraş yöresinde 30 Ağustos kutlamalarında subayların komünizim propagandası yaptığını ( Bizimle birlikte yargılanan Harita Subayı Servet Yüzbaşı’mızın bir konuşmasından dolayı) MHP yanlısı Hergün Gazetesi, “ “Anadolu da subaylar komünizm propagandası yapıyor” diyerek özel sayısında manşetten duyuruyordu.
Yani artık siyasi mücadelemiz, aktif mücadeleye dönüşmüş ve ordu saflarından çıkıp Anadolu’nun her yanına yayılmaya ve ses getirmeye başlamıştı.
Okulda ve tatil günleri gittiğim Tuzluçayır Mahallesi’nde, siyasi ortamın tam merkezinde kalıyordum. Özellikle Hamza’nın başından geçen olaylar beni çok etkilemişti. Hamza’yı çok yakından tanıyordum. Onun yurtsever, devrimci ve halkçı çizgisinden hiç şüphem yoktu. Ama o amaçlarla yola çıkan bir arkadaşın başına bu belaların gelmesini kabullenmek mümkün değildi.
Tuzluçayır’da Dayımın evine gider, kitaplar dergiler okurdum. PKK nın kuruluş dönemlerinin canlı tanıklarındandım.
O dönemde daha çok APO’cular diye tanınıyorlardı. Aynı zamanda bize hısım olan komşumuz Rıza ALTUN, bu hareketin ileri gelenlerindendi. Biz O’na Şirket diye hitap ederdik. Aklımda kaldığı kadarıyla örgütün para işlerine baktığı için bu kod ismi ona verilmişti.
Ben o günkü yapımla olaylara sınıfsal baktığım için bu harekete soğuktum; Ama hangi hareketten olursa olsun özverili, dürüst arkadaşların benim dünyamda ayrı yeri vardı.
Bundan dolayı direk içlerinde olmamama rağmen değişik örgütlerdeki arkadaşlarla insani temelde çok güzel ve samimi ilişkilerim vardı.
Birikimci arkadaşların, çok okumaları, sanata ilgi duymaları ve kendi aralarındaki sıcak ilişkileri beni onlara daha çok yakınlaştırıyordu. Benzer nedenlerden dolayı TKP hareketine de ayrı bir sempatim vardı. Hamza’dan dolayı Üçüncü Yol da hiç yabancısı olmadığım bir hareketti.
Tuzluçayır’da oturan Kars'lı genç bir öğrenciydi Ali Haydar.
Abidinpaşa’da ki bir çatışmada yaşamını yitirmişti.
Memlekette gelecek yakınları da yetişsin diye cenaze ikinci gün toprağa verilecekti.
O gece mahallenin gençleri, gecekonduların duvarlarını ve yolları “ Ali Haydar’ın Katili Oligarşi” “ Katil Oligarşi” sloganlarıyla donatmışlardı.
İkinci gün cenaze ortamı gergindi. Gençler sloganlar atıyor, yaşlılar suskundu.
Köyden yeni gelen yaşlı bir dede “ Ulan bu pezevenk oligarşi Türkeş’i de geçti, Bir babayiğit bunu vurmayacak mı?” diye öfkesini dile getiriyordu :)
Yetmişli yılların sonlarıydı. Okul Komutanı'mız İrfan Yay’dı. İlk kez Okul Komutanlığı’na direk sağ çizgide olmayan bir general getirilmiş gibiydi. ( Ya da bize öyle geliyordu )
Hüseyin Kıvrıkoğlu da Öğrenci Alay Komutanı görevindeydi. İkisi de öğrencilerin gözünde sevilen subaylardı.
On Kasım anmasıydı. Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni Öz Türkçe'ye çevirerek bizlere okutmalarına nasıl da sevinmiştik.
Okulda ki müzik yayınlarında Mehter Marşlarının yerini Zülfü Livaneli’nin Karlı Kayın Ormanı gibi parçalar almıştı.
Dersler de hafiflemişti artık. Ben, ikinci sınıftayken seçtiğim Harita Bölümünden o yaz mezun olacaktım.
Haritacılık ( ve özellikle dağcılık ) çocukluğumdan beri bende bir hastalık gibiydi.
Yaklaşık iki bin rakımlı bir mezrada doğmuş, çocukluğumu kasabanın en dağlık bölgesinde bir gecekonduda geçirmiştim.
Yaz tatillerim, dağlarda tezek ve odun toplamakla geçerdi. İzmir'deki Menteş Kampı’ndayken yörede çıkmadığım dağ kalmamıştı. Ders durumum da iyi olduğu için ( bir de kıta subaylığını sevmediğimden olacak ki ) Harita Subaylığını önüme hedef seçmiş ve başarmıştım da.
Yanılmıyorsam Kara Kuvvetleri Komutanı, Nurettin Ersin’di. Sık sık öğlen yemeklerine okulumuza gelirdi. Gelirken ve giderken nizamiyeden okulun ana binasına kadar yaya yürüyüşleri yapardı. Yol boyunca kimi görse azarlardı. Mümkün olduğu kadar ona görünmemeye çalışırdık.
Kimi sabahları da okulumuza Dikmen tarafındaki nizamiyesinden girer, ana çıkış kapısına kadar yaya yürürdü. Bu yürüyüşleri spor için yaptığını biliyorduk ama öğlen gelişlerinin bir nedeninin de darbe öncesi planlama çalışmaları olduğunu çok sonra öğrendik. ( 12 Eylül Darbesinin planlama çalışmaları aylar öncesinde Kara Harp Okulunda başlamıştı )
Okulumuzun bitmesine bir hafta, on gün kalmıştı. Öğrenci alay Komutanımız Hüseyin Kıvrıkoğlu, beni yanına çağırmış, geleceğim konusunda uyarılarda bulunmuştu.
Artık subay çıkacağımı, kıtalarda daha dikkatli davranmamı söylüyordu. Sicilimin bozuk, ancak ders ve eğitim yönünden çok başarılı olduğumdan söz ediyordu.
Bizim gibi subaylara özellikle o dönemde çok ihtiyaç olduğunu, düşüncemde sapmasam bile her şeyi gizli tutmamı ve kıtalarda hiç bir olaya karışmamamı nasihat edip “ Hiç bir şey yapmazsan bile bu sicilinle kıtalarda çok zorda kalırsın ”“ diye uygun bir dille de uyarmıştı.
Bu güzel konuşmasını bir de çayla süsleyince doğrusu çok duygulanmıştım.
Aslında aktif olarak hiç bir siyasi faaliyetin içinde değildim. Ama düşünsel olarak ülkemizin gidişinden rahatsız olduğum için, kurtuluşun sosyalizmde olduğuna inanıyordum.
Okul Komutanı’nın, benzer konuşmaları otuz, kırk arkadaşla daha yaptığını ve onlara da benzer öğütlerde bulunduğunu sonradan öğrendim.
VE SUBAYLIK
Daha iki hafta bile olmamıştı teğmen çıkalı. Divriği’deki köyüme tatile gitmiştim. Sabah radyodan Hasan Mutlucan’ın kahramanlık türküleriyle uyandım. Yaklaşık yarım saat olmuş ama kahramanlık türkülerinin biteceği yoktu.
O saatte radyoda severek dinlediğim türküler yoğunluklu “Günaydın” programının olması gerekiyordu ( Zaten özel radyo ve tv ler yoktu o dönemde. Bir de bizim İstanbul’da yaptığımız gibi çok sınırlı kimi korsan yayınlar vardı. Anayasa oylamasına hayır oyu verilmesi için Kartal ve yöresinde tv kanalına girerek korsan yayınlar yapmıştık. Bu yayınlara maddi ve teknik destek vermiştim. Kullanılan alet ve aygıtları uzun yıllar evimde saklamıştım.)
Darbeyi sezmiştim ama içeriğini bilmiyordum. Az olasılık da olsa bize yakın bir darbenin de olabileceğini düşünüyordum.
Sonunda beklediğim haberler radyodan peş peşe gelmeye başladı.
İlk anda ne yapacağımı şaşırdım. İlk yaptığım acele olarak köyü terk edip, telefonun bulunduğu en yakın yer olan Çetinkaya’ya (Sivas-Kangal’a bağlı belde) gitmek oldu.
Orada da umduğumu bulamadım. Özel telefon kabinleri yoktu. Konuşmalarımı başkaları duysun istemiyordum. Yolumu Kangal’a kadar uzattım.
Aradığım arkadaşları bulamıyordum. Devrede santralar olduğundan askeri birlikleri aramak istemedim. Geri köye döndüm ve çantamı hazırlayarak Ankara’ya dönmeye karar verdim.
Ankara’da da kimseyi bulamıyordum. Görüşebildiğim arkadaşlar da benim gibiydi, hiçbir konuda net bilgileri yoktu.
Acele kıtalarımıza dönmemiz isteniyordu. Ortalık netleşmeden dönmeyelim düşüncesi de ağır basıyordu. Ama çok hazırlıksız yakalanmıştık. Birbirimizle sağlıklı haberleşme bağlarımız yoktu. Birçok arkadaşın kıtasına döndüğünü öğrendim.
Kendi birliğim olan Ankara Dikimevi’nde ki Harita Genel Komutanlığı’na dönmeye karar verdim.
Komutanlıkta olumlu ya da olumsuz yönde dikkati çekecek hiçbir faaliyet yoktu. Özellikle Konya Olaylarının “bardağı taşıran son damla” olarak gösterilmesi ve diğer parti liderleriyle birlikte Türkeş’in de arananlar listesinde olması beni biraz rahatlatıyordu; Ama gecekondulardaki ve özellikle Tuzluçayır’da ki baskınlar ve tutuklamalar hiç de öyle tarafsızlık görünümü vermiyordu.
Sıkça uğradığım Dayımın evinde ailenin tamamı darbeden nasibini almıştı. Dayım ve büyük oğlu tutuklanmış, kızı ve damadı kayıplara karışmıştı. Tüm mahalle benzer durumdaydı. Baskına uğramayan ev ve fertleri gözaltına alınmayan aile yok gibiydi.
Giden insanlardan haber almak da ayrı bir sorundu. İyi kötü ağzı laf yapan insanlar devreye girerdi. Çok geçmeden onlardan da haber alınamazdı.
Darbe sözcülüğünü Orgeneral Haydar Saltık yapıyordu.
Tüm bu baskınlar ve zulümler yetmiyormuş gibi Alevilerin yoğun olduğu bölgelerde Haydar Saltık’un Alevi dedesi ve solcu olduğu yönünde dedikodular yayılıyordu.
Bu dedikodular, özellikle tutucu Aleviler arasında çok etkili oluyordu.
Haydar Saltuk ile Dersim’de ki Sarı Saltuklar Ocağı karıştırılıyordu.
Darbeden önce CHP'den milletvekili olan Ali Haydar Veziroğlu bile bu dedikoduların etkisiyle bir grup arkadaşıyla Haydar Saltuk’u ziyarete gider ve tam ters bir tepkiyle karşılaşır.
Darbeye karşı olan Alevi kitlesinin gözünü boyamak ve tepkilerini azaltmak için bu sinsi tuzağın ve dedikoduların darbeciler ve adamları tarafından bilinçli yapıldığını çok sonradan güvenilir kaynaklardan öğreniyoruz!
Tüm siyasi faaliyetler yasaklanmıştı. Darbeden nasibini almayan siyasi parti, sendika, dernek, resmi ve özel kurum kalmamış gibiydi.
Ama bize henüz kimse karışmıyordu. Zaman, zaman bir araya gelip durum değerlendirmesi yapıyorduk. Hem sayımız çok azalmıştı, hem de bizler de sağlıklı yorumlar yapamıyorduk.
Ne yapmamız gerektiği konusunda İstanbul’da geniş kapsamlı ve gizli bir toplantı yapılmıştı. Ne yazık ki o toplantıda da olumlu bir sonuç çıkmamıştı.
Bu toplantı, aynı zamanda bizler için geniş kapsamlı ve kayda değer son siyasi toplantımız olmuştu.
Çember ve baskılar daraldıkça biz de daha küçük gruplar halinde ve teorik çalışmalara hız verdik. Benim gibi özellikle Ankara'da görev yapan subaylar, lojmanlar yerine kiralık evlerde kalmayı tercih ediyorduk. Amacımız, hem daha rahat çalışmak, hem de dışarıdan Ankara’ya gelecek arkadaşlar için uygun ortamlar hazırlamaktı.
Ben Dikimevi’nde bir apartmanın alt katında dar ama güvenli bir daireyi tutmuştum. Polatlı’daki Topçu ve Mamak’taki Muhabere Okulundaki arkadaşlar, tatil günlerinde bu eve gelip teorik tartışmalarda bulunuyorlardı.
Bendeki şiir sevdası bir türlü bitmiyordu. Değişik şairlere ait yüzlerce şiiri ezberimde tutabiliyordum. Hiç birini özellikle ezberlemek için uğraşmazdım ama sevdiğim şiirler aklımda kalırdı.
Enver Gökçe de sevdiğim şairlerdendi. O’nun Seyran Bağları’nda Huzurevinde kaldığını ve rahatsız olduğunu biliyorduk. Bir hafta sonu arkadaşlarla birlikte ziyaretine gitmeye karar verdik.
Hocamız yaşlanmıştı. Bizi görünce çok duygulandı. Söz döndü dolaştı darbeye geldi. Özellikle sendikacılara çok öfkeliydi. Toplumdan umudunu kesmiş gibiydi. “Ayağa kalkacak halim olsaydı beni de götürürlerdi” gibi sözler ediyordu.
Mesleklerimizi sordu. “Subay” yanıtını alınca önce irkildi.
O’na gerçek yapımızı ve düşüncelerimizi anlatırken nasıl da zorlanmıştık. Sonunda gözleri gülerek “ Demek ki ordudan umudu tam olarak kesmek de yanlış” demişti.
Ayrıldığımızda gözlerinden fışkıran sevincin ve umudun kıvılcımlarını görür gibiydik.
1981’in yaz aylarında Kırşehir Kaman Yakınlarında Hirfanlı Barajı yöresinde askeri harita çalışmaları yapıyorduk.
Zaman zaman yakın yerlerdeki diğer harita birliklerine uğrayıp çalışmalar hakkında bilgi alıyorduk.
Konya’nın Kulu İlçesi yakınlarındaki bir birliğe uğramıştık. Birlik, işleri bırakmış çadırlara taşınmakla meşguldü.
Bize anlatılanlara göre ilk gelişlerinde darbeden sonra kapatılan Süleymancılara ait üç katlı bir yurda yerleşmişler. Aradan iki ay geçmeden Ankara’dan gelen özel bir emirle yurdu tekrar Süleymancılara teslim etmişler ve yurt faaliyetlerine yeniden başlamıştı.
Doğrusu bu haber bizi şok etmişti. Darbenin gerekçeleri sayılırken, “Konya Mitingi bardağı taşıran son damla oldu” deniliyordu ama darbenin ardından bir yıl bile geçmeden Süleymancıların faaliyetleri Ankara’dan gelen “gizli” bir emirle tekrar serbest bırakılıyordu !
Darbenin üzerinden yaklaşık bir buçuk yıl geçmişti ama darbenin hızından hiçbir yavaşlama yoktu. Çok önceden hazırlanan bir paket program hiç aksatılmadan uygulanıyordu.
Bu programa göre darbe kendisini sağlama almadan kendi içine yönelmeyecekti. Aynı zamanda içe yönelik operasyonları çok gizli tutacaklardı.
Bir kısım arkadaşlar bunu sezmiş ve sıra kendilerine gelmeden ordudan firar etmiş, kayıplara karışmışlardı.
Aynı dönemlerde bir çatışmada yaralı yakalanan Hamza, cezaevinden firar etmişti.
Ordu, kendi içine yönelik ilk operasyonlara 1981 yılının son aylarında başladı. Çoğunluğu teğmen ve üsteğmenlerden oluşan yaklaşık elli altmış kişilik bir grup arkadaş kıtalarından alınmış ve bilinmeyen bir yere götürülmüşlerdi.
Gidenler konusunda kıta komutanları ve aileler dahil, hiç kimseye hiç bir bilgi verilmiyordu.
1982 yılının başlarında operasyonlar hızlanarak devam etti.
Dikimevi’nde ki evime gelip giden arkadaşlar da, meçhule gidenler arasına katılmıştı. Sıranın bana da geleceği kesin gibiydi. Aşağı Ayrancı'daki ikinci kiralık evimi terk edip Beytepe’de ki Askeri lojmanlara yerleştim.
Giden subayların yakınlarını da göz altına aldıklarına yönelik bilgiler gelmeye başlayınca, söz yüzüklerimi çıkartıp Tuzluçayır’la olan tüm bağlarımı kopardım.
İlk gözaltına alınmaların ardından yaklaşık iki ay geçmişti. Her hafta on, on beş arkadaşın benzer şekilde kayıplara karıştığı yönünde duyumlar alıyorduk.
Kendi aramızda ki bağlar bütünüyle kopmuş gibiydi. Gidenlerin cunta tarafından yok edildiğine yönelik çok büyük kuşkular vardı. Olayın bir şekilde kamuoyuna duyurulması gerekiyordu. Ama nasıl? Tüm basın susturulmuştu.
Cumhuriyet Gazetesine uğramayı düşündüm, sonra telefon açmayı daha uygun buldum. Mustafa Ekmekçi’yle görüştüm. Daha önce iki kez görüştüğüm halde beni tanımadı bile. Ayrıca bu konuda hiçbir şey yazamayacağını, kendisi yazsa bile Yazı İşlerinin kabul etmeyeceğini söyledi.
Bu kapı da yüzüme kapanmıştı. Kısa dalgada yayın yapan BBC’nin Türkçe yayınları biraz daha objektif yayınlar yapıyordu. Kendisini tanımadığım Ankara Muhabiri Metin Münir’in Türk basınına yansımayan ilginç haberleri çıkıyordu. O’na ulaşmayı denedim. “ Elinizdeki belgelerle, bilgilerle bize gelmeniz gerekir” yanıtını alınca hem yazılı doküman yokluğundan, hem de telefonların dinleneceği ve takip edildiğim korkusuyla o kapıyı da çalamadım.
Artık çember iyice daralıyordu. Her hafta yeni arkadaşların götürüldüklerini öğreniyorduk. Gidenler hakkında hiçbir detay yoktu. Sadece “ Birileri geldi, gözlerini bağladı götürdü” diyorlardı.
Kıtalardan kaçan arkadaşlar hakkında pek sağlıklı bilgi yoktu. Gerçekler ve söylentiler iç içe girmişti. Gözaltı, kayıp, kaçtı haberlerinin hangisi ne kadar doğru? Onu bile izleyemez ve bilemez olmuştuk.
ODTÜ yakınında ki Beytepe’deki askeri lojmanlara yeni yerleşmiştim.
Birliğimizde akşamları iki üç bekar arkadaş dışında bir de her gün sırası gelen nöbetçi subay bulunuyordu.
Harita birliği olduğu için çok fazla kıta faaliyetlerimiz ve disiplin yoktu.
Tüm arkadaşlar haritacı olduğundan birbirimizi yakından tanıyorduk. Alt, üst ilişkisinden çok sevgi saygı ilişkileri ağır basıyordu.
VE GÖZALTI
Şubatın ortaları, soğuk bir Ankara akşamıydı. O gün Merkeze inmemiştim. Nöbetçi subayı Malatyalı Üsteğmen Derviş KOLÇAK arkadaşla hem sohbet ediyor, hem de satranç oynuyorduk. Daha önceden de birkaç kez nöbetlerde beraber olmuştuk. Dürüst, demokrat bir arkadaştı.
Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Ben, odama çekilmiş uykuma dalmak üzereydim. Odamın kapısı sert şekilde çalınmaya başladı. Dışarıda “ Çabuk kapıyı aç ” sesleri geliyordu. Tahmin ettiğim olmuştu. Üzerime bir şeyler alamadan kapıyı açtım.
Bir yüzbaşı, dört asker kapıdaydı. Hemen içeri daldılar. Yüzbaşı beylik tabancamı istedi, verdim. Yedek şarjörü ve mermileri sordu, olmadığını söyledim. Kimliğimi aldı. Acele giyinmemi istedi.
İki asker ve yüzbaşı, odamda arama yaparken iki asker de kapıda silah namlularını bana çevirmiş hazır durumda bekliyordu.
Malatyalı Nöbetçi subayı üsteğmen arkadaş, kapının dışında şaşkın gözlerle çaresizlik içinde bana bakıyordu.
Giyindim. İki asker koluma girdi önde yüzbaşı, arkada diğer askerler ve nöbetçi subayı. Beni aşağıya indirip, kalorifer kazanının olduğu odaya koydular.
Gelen yüzbaşı, benimle hiç konuşmadan nöbetçi subaya emirler yağdırıyordu. Ben sabaha kadar kimseyle görüşmeyecekmişim, o kalorifer odasında ayrılmayacakmışım. Tuvaletimi bile oraya yapacakmışım…
Gelen iki asker, kapıda nöbetçi kalacaktı, Nöbetçi Üsteğmen iki ere karışamayacaktı. Sabah erkenden gelip beni alacaklardı.
Soğuk demir kapı yüzüme sert bir şekilde kapandı, sonu belli olmayan bir yolculuk başlamıştı.
Gece yarısı yaklaşıyordu. Yaşadıklarım, kafamda bir film şeridi gibi geçiyordu. Hiç bir şey net değildi. Anılar, zamanla yarışır gibiydi. Yaşayacaklarım konusunda ise hiç bir ipucu yoktu.
Kimdi bu gelenler? Nereye götüreceklerdi beni? Neden sabaha bıraktılar? Sorgularda kim benim hakkımda ne demişti? Kendimi nasıl savunacaktım? Düşüncemden ödün verecek miydim?
Giden arkadaşlar çözüldüler mi? Çözüldülerse neler anlattılar? Benim hakkımda anlatılanlarla, benim ceza değil ödül almam gerekirdi.
Ben ülkem ve halkım için gereken en güzel şeyleri yaptım ve savundum. Ama bu cunta tam tersini yaptığına göre, elbette beni yargılayacaktı.
Düşünceler deryasında boğulmuş kalmıştım. Kapıda ki askerlerin kendi aralarında pek anlaşılmayan konuşmaları bitmişti. Kilitli kapıların arkasında kimseler yok gibiydi.
Bir ara kaçmayı aklımdan geçirdim. Ama hem yer uygun değildi, hem de zaman.
Nereye, kime gidecektim? Son gelişmelerden sonra en yakın dostlarım bile aramaz, sormaz olmuştu.
Sessizliği anahtar sesleri bozdu. Kapı açıldı ve içeriye nöbetçi subayı üsteğmen arkadaş girdi. Gözyaşlarıyla boynuma sarıldı. Yaklaşık üç dört dakika diller suskun öylece ayakta birbirimize sarılıp kala kaldık.
Sonra karşılıklı kalorifer makinelerinin üzerlerine oturduk. Diller yine suskundu. Ama gözler çok şeyler anlatıyordu. Daha üç dört saat önce satrançta beni kaç kez sıkıştırmış ve af etmişti. Oysa şimdi benim meçhul bir yolculuğumda çaresizlik içinde el sallamaktan başka bir şey gelmiyordu elinden.
“Senin için ne yapabilirim?” diyebildi sonunda yutkunarak.
Ne yapabilirdi ki? Gülerek yerimden kalktım tekrar sarıldım. “ İşte bunu yapabilirdin ve yaptın da komutanım” dedim.
Artık gözyaşlarının yerini hıçkırıklar almıştı. Sonra hiç bir şey konuşmadan delicesine gülmeye başladık. Ben kendimi unuttum arkadaşı teselli etmeye başladım.
Onu kapıdaki iki askerin emrine vermeleri çok zoruna gitmiş. Bereket askerler iyi çıkmış, çay içmeye gitmişler. Anahtarı Üst Teğmene verip, bir ihtiyacım olabilir diye onlar göndermişler.
Laf dönüp dolaşıp aynı yere geliyordu. Sık sık “senin için ne yapabilirim?” diye soruyordu.
Maddi durumumu sordu. “Bunlar bana masraf yaptırmazlar, iyi insana benziyorlar” diye espri yapmaya çalıştım.
Üç dört telefon numarası yazdırdım. Onlara haber verirse iyi olacağını söyledim.
Askerler döndü. Biz de birbirimize daha güçlü bir şekilde sarılarak gözyaşlarıyla vedalaştık.
Düşünceler deryasında uykuya dalmıştım, anahtar sesleriyle uyandım. Akşamki Yüzbaşı içeri girdi. Hal hatır sordu. Gülerek iyi olduğumu söyledim. Yalınız gelmiş olmalı ki kapıdaki iki askeri de yanımıza alarak beni bir askeri jeepe bindirdiler. Yüzbaşı önde, ben arka ortada, iki asker de silahlı olarak sağımda ve solumda oturuyordu.
Nizamiyeyi çıktıktan sonra Yüzbaşı, askerlere gözlerimi bağlamalarını söyledi. Siyah bir bezle gözlerimi bağladılar.
Jeep, Ankara’nın merkezine doğru gidiyordu. Bunu sıkışan trafikten ve sıkca durulan ışıklardan fark ediyordum.
Yaklaşık yarım saat sonra gözlerim açıldığında bir askeri birliğin içerisindeydim. Jeep'ten indirdiler. Üç katlı askeri bir binanın giriş kapısından içeri giriyorduk.
Nedendir bilmiyorum yolculuk boyunca hiç konuşmayan yüzbaşı kulağıma eğilip “Beni yanlış anlama, ben senin tahmin ettiğin insanlardan değilim” deme gereği duydu.
Odada sivil kıyafetli iki kişi vardı. Yüzbaşı, onlara evrakları imzalatıp ayrıldı. Siviller düğmeye basıp dışarıdan iki asker istediler. İçeri giren askerlerin sivillere “komutanım” diye hitap etmeleri yanıltıcı da olsa biraz ipucu veriyordu.
İki asker, tekrar üzerimi aradı. Kemer dahil üzerimdeki tüm eşyalarımı bir torbaya doldurdular. Sivillerden yaşlı olan, “Teğmenimizi odasına alın, kahvaltısını da verin ” dedi.
Bu güzel cümlelerden sonra gözlerim yeniden bağlandı. Uzun bir koridordan sonra aynı katta bir odaya konuldum ve gözlerim açıldı.
Yaklaşık yedi, sekiz metre karelik bir odaydı. Dar ve uzun pencereler çok yüksekte ve iki yandan da boyalıydı. Dışarıyı görmek mümkün değildi.
Ahmet Arif’in dizeleri geldi aklıma. “Kör pencere” böyle bir şey miydi yoksa?
Yatağa uzandım gözlerim tavanda nerede olabileceğimi düşünüyordum. Ankara’nın merkezi ve Askeri bir birlik olduğu kesindi.
Yaklaşık altı yıldır Ankara’da askerdim; Hem de Haritacı. Bulunduğum yeri bilmem gerekiyordu. Ama çözebileceğim hiçbir ipucu yoktu.
Kahvaltımı getiren asker hoş geldin demeyi de unutmadı. Hiç de hoş gelmemiştim ama bu sözler yine de içime bir sıcaklık doğurmuştu.
Asker, tuvalet ihtiyacım olursa kapıyı içeriden çalmamı söyledi ve kapıyı üzerime kilitleyip gitti.
Kahvaltıdan hemen sonra tuvalet için kapıyı çalmaya başladım. Dışarıda “meşgul” cevabı geldi. Beş on dakika sonra yine çaldım, cevap yine aynıydı.
İlk “meşgul” cevabından yaklaşık bir saat sonra kapı açıldı. Asker içeri girdi. Gözlerimi yeniden bağlayıp koluma girerek götürdüğü tuvaletin içinde açtı.
Böylelikle bulunduğum yerle ilgili bir ipucu arama hayalim de suya düştü. Ama bir şeyi öğrendim, tuvaletim gelmeden kapıyı çalmam gerekir ki sıram gelene kadar fazla kendimi sıkmamış olayım.
Bu “meşgul” cümlesinin sırrını daha sonra öğrendim. O bina biz subayların sorgu merkezi olduğundan aynı anda iki kişinin tuvalette olmaması gerekiyormuş.
Bir de buna askerin keyfiliği eklenince o kadar sorun arasında bir de tuvalet sorunu çıkıyordu.
İkinci gün öğleden önceydi. İki asker, gözlerimi bağlayıp uzun bir koridordan sonra bir üst kata çıkardılar. Askerlerin sağlı-sollu sıkıştırmasından dar bir kapıdan içeri girdiğimi fark ettim.
Yaşlı bir ses, askerlerin çıkmasını istedi.
Aynı kişi, benim sola dönmemi istedi. Döndüm. Altında bir sehpa var, yavaş yavaş otur dedi. Ellerimle yoklayarak oturdum.
Topuklu bir ayakkabıyla sinir bozucu bir ses çıkarark çevremde en az otuz, kırk tur attı. Başka hiçbir ses yoktu. Sonra ses kesildi. Alınan nefeslerden içeride birkaç kişinin daha olduğu belliydi.
Aynı ses yavaş ve sakin bir şekilde konuşmaya başladı.
Benim çok başarılı bir subay ve aynı zamanda iyi bir insan olduğumu; Benim hakkımda her şeyi bildiklerini, benim hiç bir suçumun olmadığını, başka birilerinin beni ideolojik olarak kullandıklarını, ben bu rezillikleri çekerken onların karılarının koynunda gül gibi yaşadıklarını, onlara yardımcı olursam beni geri kıtama göndereceklerini, asıl amaçlarının bizi bu yollara sürükleyenler olduğunu uzun uzun anlattı.
Sözlerini “ Bu günlük bu kadar teğmenim, sen şimdi yirmi dört saat düşün ve kararını ver, ya bizimle olacaksın, ya da onlarla” dedi.
Ne yirmi dördü, yıllardır düşünüp kafa yorduğum sorulardı yargılandığım bu konular.
Ben, hep iyinin, doğrunun yanında yer almadım mı bu güne kadar? Ülkemin ve halkımın çıkarları için bu yolu seçmedim mi?
Anam, besinsizlikten; Babam, maden ocağında can verirken ben neyin mücadelesine yemin etmiştim yıllar öncesinden?
Komşumuz Uzun Zöhre’nin acı sözleri değil miydi bana bu kişilik tohumlarını eken.
Sosyalizmi ve toplumsal çelişkileri, öyle kitapları okuyarak değil, bizzat yaşayarak öğrenmedim mi? İki ayrı dünyanın, iki ayrı toplumun canlı tanığı değil miydim?
Önümde iki olasılık vardı. Ya düşüncemin avukatlığını yapacaktım, iyi ve güzel olanı sonuna kadar savunacaktım ya da tüm savunmalarımda tam apolitik davranacaktım.
İkincisini yapmak daha mantıklı geldi bana.
Ne de olsa benim düşüncelerimin onlara hiç bir yararı olmayacaktı. Zaten onlar da benim hakkımda her şeyi biliyorlardı.
Ard arda isimler sayılıyordu; Hep tanıdık, hep sevdiğim arkadaşlar.
Elbette tanıyordum en azında yedi yılım birlikte geçmişti her biriyle. Aynı çatı altında birlikte yemiş, birlikte yatmıştık. Ama ötesi yoktu. Neyi savunuyorlardı? Neyi konuşuyorlardı? Nerede toplanıyorlardı?
Hayır hayır ötesi yoktu. Ötesini hiç bilmiyordum.
Diller susmuştu artık ama dillerin ötesinde çok şeyler vardı. Asıl tanışma bu aşamadan sonra başlıyordu.
Artık karşılarında çırılçıplak soydukları, her türlü işkenceyi denedikleri, en ağır küfürlerle hakaret ettikleri ayrı bir teğmenleri vardı.
Benim için de birçok aşama geride kalmıştı. Direnmeyi onlar öğretmişti bana. Bu aşamadan sonra onlar düşmandı ben de bir tutsak; Direnecektim. Hiç kimse hakkında hiçbir şey bilmiyordum.
İşin garibi, daha bu aşamaya gelmeden ben kendim için çok yönlü savunmalar hazırlamıştım. Ama olayın boyutu umduğumun çok daha ötesindeydi. Bana beni sormuyorlardı. Sorulanlar hep başkalarıydı.
Madem benim hakkımda bu kadar bilgileri vardı da, “örgüt evi” diye söz ettikleri Dikimevi’ndeki bekar evinin kontratı benim üzerimdeydi. Cumhuriyet Gazetesiyle direk ilişki kuran bendim. Neden buna benzer direk benimle ilgili hiç bir soru sormuyorlardı?
Anlaşılan bunlar zaten benim üzerime kırmızı çizgiyi çoktan çizmişler; Benim üzerimden yeni kurbanlar arıyorlardı.
Demek ki benim seçtiğim yol doğruydu. Sorulan bu insanları tanıyordum ama isimlerinden ötesini hiç mi hiç bilmiyordum.
İzinlerde gittiğimiz evler, yanımızdaki arkadaşlar, okuduğumuz kitaplar bir bir önüme dökülüyordu.
Harp Okulunun arka bahçesinde kutladığımız 1 Mayıs’ta kimler hangi türküyü söyledi? Kim hangi şiiri okudu? Kimin şiir okurken takıldığı yerleri kim düzeltti?
Kısacası her şeyi biliyorlardı. Ama özellikle ölmüş anama yapılan o en ağır hakaretlerden sonra ben bunları çoktan unutmuştum, hiçbir şeyi hatırlamıyordum.
Sorgumun üçüncü günüydü. Gözlerimdeki bağ dışında çırılçıplaktım. Her cevaptan sonra tekmelerle yere yıkılıyordum. Biri başımdan tutarken diğeri, kalem ya da bir demirle sıktığı ayalarıma vuruyordu. Yaşamımın en büyük acısını çekiyordum.
Artık ipler tam kopmuştu; Onlar da umudu kesmişlerdi.
“Atın bu orospu çocuğunu tecritte” dediler.
Subaydım, ama tecrittin ne olduğunu o güne kadar ben de bilmiyordum. Hala çırılçıplaktım. Kollarıma giren askerler, üç kat altta ki zemin kata indirdiler. Gözlerimi açtıklarında elbiselerim yere atılmış ve üç dört adımlık karanlık bir hücredeydim.
Artık kör pencerem de yoktu. Şubat sonu, yer beton ve ıslak, her yer karanlıktı. Dört duvar dışında tutunabileceğim hiç bir şey yoktu. Neleri görmedi ki bu gözler; Karanlığa da tez alıştı.Tavandaki lambanın ampulü ve duvardaki priz sökülmüştü. Açıkta kalan iki uçlu elektrik kablosu “gel bu işi burada bitir” der gibiydi.
Ama bu iş o kadar kolay olmayacaktı. Sonuna kadar direnecektim. Sonu ne zaman gelecekti? Sonunda ne vardı? Onu da bilmiyordum.
Gözaltı süresi iki aydı, bir buçuk aya indirilecekti. İndirildi mi? Ben gözaltında mıyım? Benim için bu yasalar geçerli mi? Hiçbir şey bilmiyordum.
Ama bir şeyi öğrenmiştim. Çok büyük olasılıkla Harp Okulu’nun batısındaki Kontrgerilla dediğimiz Merkez Komutanlığında ya da Dil Okulu’ndayım. Bunu Harp Okulu öğrencilerinin eğitimlerde söyledikleri marşlardan ( özellikle Harbiye Marşından ) tahmin ediyordum.
Eh ne de olsa dört yıl aynı nefesi solumuştum. Artık o sesler kulaklarımızda küpe gibiydi. Gözlerimi köreltmişlerdi ama henüz kulaklarım sağır değildi.
Bir haftayı geçmişti sorgu odasına çıkmayalı. Soğuk ve uykusuzluk dayanılır gibi değildi. Hücrem buz gibiydi. Islak ve soğuk beton üzerinde her on dakikada bir konum değiştirmekten gözlerime uyku girmiyordu. Mide ağrılarım dayanılır gibi değildi. Tuvaletimde kan gelmeye başladı. Damaklarım çatlamıştı. Günde bir kez önüme attıkları çeyrek ekmeği yiyemez olmuştum.
Zaman, zaman açıktaki elektrik kablosuna takılıyordu gözlerim. Ama hayır aklımın ucundan bile geçirmemeliyim. İnatlarına bir gün de olsun fazla yaşayacaktım!
Sağlığım son derece bozulmuştu. Verilen süreler içerisinde tuvaletimi yapamadığımdan, bulunduğum hücrenin bir köşesini tuvalet olarak kullanmaya başlamıştım. Geceleri hiç uyuyamaz olmuştum. Öksürdükçe ağzımdan kanlar gelmeye başlamıştı. Ama onlara inat yaşayacaktım. Güçlü görünmek için nöbetçi subayın ve askerin ayak seslerini duyunca kapı açılmadan spor yapar görünüyordum.
Kararımı vermiştim; Yaşadığım bu ağır koşulları protesto etmek için ilk sorgumda bir açılış konuşması yapacak, her şeyi kınayacak ve susacaktım. Artık hiç bir soruya cevap vermeyecektim.
Yaklaşık on gün sonra beklenen an geldi. İki askerin kolunda zor çıkıyordum merdivenleri. Ama yine de belli etmemeye çalışıyordum.
Aynı şekilde altımda bir sehpa olduğunu ve oturmamı söylediler. Oturdum. Hiç ses soluk yoktu. Beni izledikleri yönündeydi hislerim. Dakikalar geçiyordu yine ses yoktu.
Açılış konuşmamı yapacak, susacak ve bir daha hiç konuşmayacaktım. Ama psikolojik olarak çok garip bir ortamdı. Bir türlü cümleler ağzımda çıkmıyordu. Sonunda dayanamadım. “Başlayabilir miyim?” dememle birlikte kafama gelen sert bir tekme ile yere yıkıldım. Ardından diğer tekmeler ve küfürler. “Ulan o... çocuğu biz varken sen mi karar vereceksin ne zaman konuşacağına…”
Üç dört kişi sanıyorum, hepsi bir yandan tekmeliyorlardı. Aralarında yaşlı olan ses, “yeter be insaf kaldırın o çocuğu” gibisinden bir şeyler söyledi ve sehpaya tekrar oturttular. Yaşlı adam diğerlerine küfürler ederek dışarıya çıkmalarını söyledi. Kapılar açıldı, kapandı ama çıkmadıkları kesindi. Dayak atmaktan yorulmuş olmalılar ki, nefesleri bariz şekilde odada oldukları konusunda ipucu veriyordu.
Yaşlı adamın babacan bir sesi vardı. Kendisinin albay olduğunu, diğerlerinin de kendisine bağlı olduklarını, onlarda din, kitap ve Allah korkusu olmadığı, iki gün önce genç bir askeri öğrenciyi komalık ettiklerini, beni çok sevdiğini, fazla direnmeden bir iki isim verirsem serbest bırakacaklarını söylüyordu.
Tüm söylenenler bir kulağımdan girip diğerinden çıkıyordu. İpler çoktan kopmuştu. Bu aşamadan sonra, özellikle ölen anama bile o kadar ağır küfürler gelirken barışmam, konuşmam mümkün değildi.
Geciken konuşmamı ona yaptım. Yaklaşık on gündür çok zor koşullarda kaldığımı, ağzımdan ve idrarımdan kanlar geldiğini, dışkımı yapamadığımı, özelikle midemde dayanılmaz ağrıların olduğunu, tüm bu koşulları protesto ettiğimi ve bundan sonra hiçbir soruya cevap vermeyeceğimi söyledim ve sustum.
“Peki oğlum benim yapabileceğim bir şey yok artık sen kararını vermişsen sonucuna da katlanırsın” dedi ve kapıya çıkmış gibi yaptı.
O sıra ben gözümdeki bağı açmaya çalışırken her taraftan üzerime yüklendiler. “ Ulan o... çocuğu burayı İtalyan Mahkemesi, kendini de Mehmet Ali Ağca mı sandın?” diyordu içlerinden biri. ( Aynı dönemde M. Ali Ağca’nın İtalya da buna benzer bir savunma yaptığını çıktıktan sonra öğrendim )
Artık ben kendimden geçmiş gibiydim. Zaten ayakta duracak halim yoktu. Yere yıkılmış yarı baygın durumdaydım. Söylenenler değil, geçmişim canlanıyordu gözlerimden. Yaşlı adam yeniden devreye girdi ve beni tecritten çıkarıp odaya atmalarını söyledi.
Yeni bir odadaydım. Nereden bulaştığını bilemediğim kan izleri vardı ellerimde. Yoksa ben de onlara mı vurdum diye tebessüm etmeye başladım.
Yeni odamı çok sevmiştim. Yandaki odada Hasan Doğan vardı. Sivaslı Hemşerimi geceleri söylediği yanık türkülerinden tanımıştım.
Türkülerdi sığındığım tek barınak. Zamanla diğer odalardan da sesler gelmeye başladı.
Artık çok rahattım. Sıcak yemek geliyordu. Şiir sevdam da işe yaramaya başladı. Komşu odalara yüksek sesle, ezbere şiirler okuyordum.
Kimi türkülerin sözlerini değiştirip söylüyordum. Zaman zaman Hasan’a “Sen bu devleti Hasan Koyun mu sandın / Siyaset yapmayı da Hasan oyun mu sandın ” diye laf atmayı da ihmal etmiyordum.
Bir de sık sık söylediğim yeni uyarlamam “ Daha dün annemizin kollarında yaşarken/ Çiçekli Harbiyenin yollarında koşarken / Şimdi anarşist olduk/ Hücreleri doldurduk/ Hücre bizim evimiz/ Yaşasın Evrenimiz.” vardı.
Gece yarısına yakındı. Tekme, tokatlar içinde genç birisini odama attılar.
Sorgu odası dışında pek alışkın değildik dayaklara. Ayrıca sorgu saatlerinde çıkan sesleri gizlemek için çok yakında askeri bir tankı, devamlı çalışır tutuyorlardı. Buna rağmen kimi sesler kulaklarımızda ölüm gibi çınlıyordu.
Yaklaşık bir aydır ilk kez bir insanla baş başa kalıyordum. Astsubay olduğunu, Sarıkamış’tan getirildiğini, bir haftalık evli olduğunu, kesinlikle bu koşullarda kalamayacağını gerekirse intihar edeceğini söylüyordu.
Söyledikleri ile hareketleri arasında büyük bir uçurum vardı. Bir keresinde giyimi, sakal tıraşı ve konumu hiç de uzun yoldan gelen birine benzemiyordu.
Ortaya hayali bir yüzbaşı ismi attım. Sarıkamış’ta görev yapıyor, “tanıyor musun?” diye sordum. Hemen tanıdı ve en samimi arkadaşı çıktı.
Ben artık çok az konuşmaya başladım, ama o bir türlü susmuyordu. Neredeyse bir ay içinde devrim yapacak gibiydi. Sorgusunda devrimci savunma yapacak ve her şeyi itiraf edecekti. Benim de öyle yapmamı istiyordu. Çok ilginç ve çok özel sorular soruyordu.
Bir ara odadan kaçmayı bile düşündü. Bulunduğumuz yeri iyi biliyormuş. Merkez Komutanlığı Dil Okulu’nda olduğumuzu ( Bir bu dediği doğru çıktı ), dışarıdan boyalı olan camı kırdığımızda kaçmanın çok kolay olacağını, Bu yöreyi adım adım bildiğini, Ankara'da aylarca kaçak kalabileceği yerler olduğunu, birlikte kaçarsak beni de saklayacağını ballandıra ballandıra anlatıyordu.
Benden hiçbir karşılık alamayınca sabah erkenden geldiği gibi yok oldu gitti.
Aynı gün öğleden sonra ikinci sürprizi de yaşadım. Erdal Kara’yı getirdiler benim odama. Erdal, çok yakından tanıdığım ve çok sevdiğim bir dostumdu. Aynı zamanda sonsuz derecede güvenilebilecek bir insandı.
Erdal’ın gelmesi çok şeyi değiştirmişti. Gideceğimiz yol belli oldu. Erdal yeni geldiği için dışarıdan yeni bilgiler getirdi. İlk giden arkadaşların çoğu serbest bırakılmış. Bizleri Dil Okulundan Emniyet’e teslim edilecekmişiz, oradan Mamak’a ve oradan da dışarıya; yani Anadolu Hapishanesine!
Bizden önce gidenler bu yolu izlemişler.
O gün bir de kağıt kalem verdiler, savunmamı yazayım diye.
Bir bayram daha yaptım. Çölde suya kavuşmuş gibi oldum. Gereğinden fazla kağıt aldım. Artık şiirler de yazacaktım.
Erdal, Kuleli’den beri en yakın arkadaşlarımdan biriydi. Yanılmıyorsam öz dayısı Ankara Garnizon Komutanı’ydı. Ama hiçbir torpili olamamıştı o güne kadar. O da benim gibi şiirlere sevdalıydı. Özellikle Nazım’ın şiirlerini iki üç saat ezberinden okuyacak kadar güçlü bir hafızası vardı. Gizli 1 Mayıs kutlamalarımızda şiirleri ona okuturduk.
Artık dünyalar benimdi; Erdal, kağıt, kalem, ve şiirler...
Erdal’ın sorguları başlamıştı. Her şeyi kabullenip, siyasi savunmalar yapıyordu. Kendisi “Kurtuluş” örgütünden yargılanıyordu. “Kapitalizmin kalesine Kurtuluş’un bayrağını dikip gideceğim” diyordu.
Sorgudan sonra burnundan kanlarla geldiğinde ben espriler yapmaya çalıştığımda bana kızardı. Ben de ona “Erkeksen onlara kız, benim suçum ne?” diye takılırdım.
Ben, Erdal’a gülerken benim başımdan dertler eksilmiyordu. Verdiğim yazılı savunmayı da beğenmemişlerdi. Yeniden sorguya aldılar.
Hakkımda söylediklerinin çoğu doğruydu ama ben, onların istediği yönde ifade vermemekte direniyordum. Benim kesinlikle siyasi bir yönüm yoktu, hiçbir siyasi toplantıya katılmamıştım ve kimsenin siyasi yönünü de bilmiyordum.
Bir dayak sonrası, adımın geçtiği çeşitli ifadeleri okudular. Ben hala direniyordum. İfadeler düzmece diyordum.
Ramazan’la ( Adanalı Ramazan Doğru ) beni yüzleştirmeye karar verdiler. Gözlerimiz bağlı olduğundan Ramazan odaya geldiğinde ben ses çıkarmayacaktım. Ramazan’ın gözleri de bağlı olduğundan benim orada olduğumu bilemeyecekti ve yazılı ifadesini tekrar edecekti. Benim hakkımda sorular soracaklardı ve Ramazan gidince benim anamı belleyeceklerdi.
Şimdi işim zordu işte. Ramazan, en yakın arkadaşımdı. Dediklerinin tamamı doğruydu. Bir yol bulup Ramazan’a benim de orada olduğumu belli etmeliydim. Ama nasıl? “Kesinlikle sen susacaksın ve konuşmadan sadece Ramzan’ı dinleyeceksin” demişlerdi.
Sonunda yolunu buldum. Nasıl olsa Ramazan’a beni sorarken “Hıdır” ismi geçecekti. Hıdır ismini duyar duymaz ben de “evet”, “buyurun” gibi bir karşılık verecektim.
Ramazan’ı getirdiler. Halını hatırını sordular. Durumunun iyi olduğunu, ifadesinden sonra kendisine kötü muamele yapılmadığını söyledi.
Benden önce başka isimler saydılar, onları ve olayları çok detaylı olarak sordular. Sözü Seyranbağları’ndaki bir eve getirdiler. O eve kimlerin gelip gittiğini sordular. Ramazan, birkaç isim saydı. “Hıdır” dediler. Daha cümleleri bitmeden ben “evet” dedim. Dememle birlikte kıyametin kopması da bir oldu. Hepsi bir yandan üzerime çullandılar. Yere devirdiler “Ulan o... çocuğu biz sana ses çıkarma demedik mi” vs vs.
Beni bıraktılar Ramazan’a “Bu o... çocuğu da o toplantıda yok muydu?” diye sordular.
Ramazan biraz sustu. “Tam olarak hatırlamıyorum” demesiyle birlikte onun tepesinden de kıyamet koptu.
Tecrit dedikleri hücreye yeniden attılar.
Bir haftayı çoktan geçmişti. Günleri de karıştırmıştım.
Soğuktan, açlıktan ve susuzluktan dudaklarım ve damaklarım çatlamıştı. İdrar ve dışkımdan kanlar geliyordu. Günde bir çeyrek kuru ekmeğin ne anlama geldiğini yaşayarak öğreniyordum. Yaralı damaklarımla kuru ekmeği parçalamak, atomu parçalamaktan daha da zordu.
Sonunda “ Mümkünse ekmeği ıslayıp getirebilir misin?” diyebildim nöbetçi askere. Asker, ekmeği geri aldı; Kapı kapandı.
İnsan, seslerin uzmanı olur mu? Olmuştum bile. Ayak sesleri nöbetçi subayın mı, nöbetçi erin mi? Sorguya taşınan yaralı bir yoldaşın mı? Görmeden de sezebiliyordum.
Islak beton, buz gibi soğuktu. Hücremde dört duvardan öte hiçbir şey yoktu.
Saatler geçmişti. Asker, geri dönmemişti. Kuru ekmek de gitmişti. Sanki ölüm, açlığın gölgesine gizlenmişti. Bir ayı çoktan devirmiştim; açlıktan bir deri, bir kemik kalmıştım.
Tek umudum, kırk beş günlük gözaltı süresiydi. İki aydan kırk beş güne indiğini de Erdal'dan öğrenmiştim.
Eğer kayıtlara doğru geçtiysem yakında sürem dolacaktı. Ardından da sonu meçhul yeni bir yolculuk başlayacaktı.
Ama o an açlıktan başka hiçbir şey düşünemiyordum. Kendi ellerimle askere verdiğim çeyrek kuru bir ekmekti gözlerimden tüten.
Askere sövmekten ve kendimi yargılamaktan başka yapabileceğim hiç bir şey kalmamıştı.
Akşam ilerlemiş, karanlık hücrem körelmiş, gözlerimin feri sönmek üzereydi.
Demir kapı, sertçe açıldı. Aynı asker, girdi içeri. Bir gazete kağıdı uzattı. Yelden söz kaçırırcasına “ Yanlış anlama. Ben, senin gibi düşünmüyorum. Düşünceni hiç sevmiyorum. Ama bu bir insanlık görevi. Çabuk ye ve gazeteyi geri ver ” gibisinden bir şeyler söyledi.
Şaşkındım; Önce hiçbir şey anlamadım. Sonra elimdeki köfte ekmeğin kokusu sardı hücremin dört bir yanını; Yanında da bir ayran.
Bir an için göz göze geldik askerle. Nedendir bilmiyorum anında yaşardı gözlerim. Köfteyle birlikte bir umut kokusu yayıldı hücreme insana özgü. Sevinçten askere sarılıp doyasıya ağlamak geçti içimden.
Gazeteyi almayı bile unutarak tez gitti, tez kayboldu karanlık gözlerimde.
Son tehditler ve dayaklar da işe yaramamıştı.
Kırk beşinci günümü geride bırakmıştım. Onlar da umutlarını kesmişlerdi benden yana; Bir türlü istedikleri cevapları alamıyorlardı. Sonunda tecrit bitti ve kavgasız sorgular başladı.
Benim ifademi soru cevap şeklinde alacaklardı. Onlar “sanığa soruldu” diye yazıyorlardı, benin yanıtlarımı da “sanık cevaben” diye (kimi cümlelerimi değiştirerek) yazıyorlardı.. Her üç, dört cümleden sonra aramızda yeni sözlü atışmalar başlıyordu. Bir türlü benden istedikleri ifadeleri alamıyorlardı.
Birkaç kez yazdıkları kağıtları yırtıp ifademi yeniden yazdılar. Sonunda çözümü yine yaşlı ses buldu. “ Teğmenim ne diyorsa hiç değiştirmeden aynısını yazın” dedi.
Sıra imza aşamasına gelmişti. Gözlerim kapalı okumadan imzalatmayı denediler. Direndim. Odanın bir köşesine götürdüler bir kişi kafamı sağa sola çevirmeyeyim diye arkadan sıkıca tutuyordu. Önümdeki bir taburenin üzerine uzattıkları iki sayfalık ifademi koydular. Gözlerimi açtılar. Okudum.
Hiç değiştirmeden aynen dediklerimi yazmışlardı. Sayfaların altlarını kendileri imzalamışlar, yanına da sanık yeri açılmış ve adım yazılmıştı. Her şey istediğim gibiydi. İmzaladım. Ve bu imzayla kırk beş günlük zorlu bir kabusu da bitirmiş oldum.
Bu ifademle göreve geri döneceğime kesin gözüyle bakıyordum.
İkinci gün gözlerimi yeniden bağlayıp bir yüzbaşıyla üç dört sivilin olduğu bir odada açtılar. Yüzbaşı Res’en Emeklilik tebliğimi imzalamamı söyledi.
Üçlü kararname ile yasa dışı gizli örgüte üye olduğumdan disiplinsizlikten Res’en Emekli edilmiştim. ( O kadar gizli bir örgüt ki, hala ben bile hangi örgüte üye olduğumu bilemiyordum! )
Yüzbaşı ile siviller arasındaki konuşmalardan ve evrak alışverişlerinden sivillerin benim için geldiğini anladım.
EMNİYET TE
Yeni mekânım, Ankara Emniyet Müdürlüğüydü. (O zaman Hipodromun yanında Konya Yolu üzerindeydi )
Altıncı kattaydık. Biz altı subayın yanı sıra, çoğunluğu üniversite öğrencisi kırk elli kadar sivil vardı. Sorguları, geceleri ve en alt kattaki DAL dedikleri kısımda yapıyorlardı. Her sorguya inen tanınmaz halde dönüyordu. Kimileri günlerce gelmiyordu.
ODTÜ den gelen öğrenciler arasında Durmuş Ali diye biri vardı. Daha önce çok kısa bir dönem Kuleli Askeri Lisesi’nden de okumuş. İçimizdeki kimi arkadaşları tanıdı. Durmuş Ali’yle tek sohbetimiz ilk gittiğimizde bir iki saat kadar oldu.
Bir örgütün ÖDTÜ sorumlusu olarak suçlanıyordu. Üç gün süren sorgusundan sonra yanımıza bırakıldığında ölümle kucaklaşıyordu.
Nöbetçi polisler, ölümün kendi nöbetlerine denk gelmemesi için bir an önce nöbette kaçmaya çalışıyorlardı.
Daha önceki bir çatışmada sarkan kurşun çekirdeği Durmuş Ali’nin ensesinde kalmış. O güne kadar tedaviye gitmemiş ve kurşunu aldırmamış. DAL da elektriği verdiklerinde o metal parçası akımı arttırdığından olacak ki beyin fonksiyonlarını yok etmiş ve Durmuş Ali’yi bitkisel hayata sokmuştu. Sadece kendi halinde “ yalan, bilmiyorum, tanımıyorum…” diye bir şeyler sayıklıyordu.
Daha sonra göz altına alınan ÖDTÜ lü öğrenciler, Durmuş Ali konuşmuyor direniyor diye, olan, olmayan tüm suçları onun üzerine yıkıyorlardı.
Bir de Doktorumuz vardı. İzmir'den getirilmişti. Bir piknik günü ailesiyle ve arkadaşlarıyla ormana mangal yapmaya çıkarlar.
Nasıl olsa dağın başı diye sansürsüz marşlar, türküler söylerler.
Jandarma, tamamını gözaltına alır. İçlerinden en okumuşu doktor olduğu için O’nu örgütün lideri diye ana davayla birleştirmek için Kızıl Doktor unvanıyla Ankara’ya postalarlar.
Doktorumuzun siyasi yönü fazla yoktu. O’nun üzüntüsü daha başkaydı. Piknik yaparken uçurtma yüzünden yedi yaşındaki kızıyla kavga etmiş ve daha barışamadan kızından koparmışlardı.
Ben onu niye üzdüm? Niye uçurtmasına daha uzun ip almadım? Bir daha kızımı görebilecek miyim? Kızım beni affetti mi? derken kendi derdini çoktan unutmuştu. (Özgürlüğüme kavuştuktan sonra eski gazeteleri karıştırırken doktorun resmini gördüm. Kızıl Tugaylar diye yeni bir örgütün lideri diye tanıtmışlar ve Kızıl Doktor yakalandı diye haberi manşetten vermişlerdi.)
Altıncı katta bir haftamızı doldurmuştuk. Benimle birlikte gelen, iki dönem önceki beş arkadaşın da ifadeleri alınmıştı. Üçüncü Yol’dan suçladıkları biri hariç, diğerlerine pek kötü muamele yoktu.
Bizim devreden ve bizden önce gözaltına alınan Mustafa Çinkılıç, ziyaretime gelmişti.
Mustafa, Ramazan Doğru’nun hemşerisi ve yakın dostuydu. O’nu da görmüştü.
Yaklaşık iki aydır gelen ilk ziyaretçimdi. Nasıl içeri girdi? O koşullarda bizleri nasıl buldu? Ziyaret için bir polisin ismini kullandığını söylemişti ama doğrusu ben şoktan kurtulamamıştım.
Sorgu sırası bana gelmişti. Alt katlarda bir odaya alındım. Odada bir polisten başka kimse yoktu.
Kırk yaşlarında ak saçlı bir polisti. Beni bir koltuğa oturttu. Askerlerin gönderdiği ifademi okuyordu. İkinci sayfanın sonlarına gelince yüzünü buruşturdu. Parmaklarıyla garip hareketler yaptı, tekrar başa döndü. Aynı yere gelince yine aynı hareketler.
Bana döndü “Oğlum sen deli misin?” dedi. Nedenini sormadan kendisi anlatmaya başladı.
İfademin tamamı ile son cümlesi çelişiyormuş. Sonradan bana da okuttu. O benim kırk altı gün ölümüne direnip okuyarak altını imzaladığım iki sayfalık ifademin ikinci sayfasındaki imzaların üzerindeki boşluğa sonradan iki cümle ilave edilmişti.
Bana 12 Eylül’ü nasıl yorumladığım soruluyor, ben de “ Faşist askeri cuntadır, devrimci subaylarla birlikte halkımız gereken cevabı verecektir ” demişim!
Bu ilave cümleler, sorgum ile imzamın arasına sıkıştırılmıştı. Farklı bir yazı türü ile yazıldığından sonradan ilave edildiği açık şekilde belliydi.
Polis, bana bakıp gülümsedi. “ O kadar uğraşman da boşa gitmiş teğmenim” dedi ve devam etti. “ Bak teğmenim boşu boşuna uğraşma, seni yakan bu olmuş” diyerek kalemiyle ifademdeki ismimi gösterdi. “Anladın mı?” diye sordu. Hayır dedim. “ Sen Alevi değil misin?” dedi. “ Evet Aleviyim” dedim.
Adının Musa, Kendisinin de Alevi ve Maraşlı olduğunu; Ordudan Alevilerin özellikle atıldığını, kendilerine de bu konuda talimatlar verildiğini, en azında askeriyeden gelen ifadelere uygun bir ifade almak zorunda olduğunu, zaten yeteri kadar yıprandığımı, eğer aynı ifadeyi kabullenmezsem beni DAL ekibine teslim edeceğini ve büyük olasılıkla bir daha da yüzümü göremeyeceğini bir çay ısmarlayarak uzun uzun anlattı.
Yargılandığım “Birikim” davasına kendisinin baktığını (Sonunda üyesi olduğum gizli örgütümü de tanımış oldum!) Tüm ifadelerin kendisinden geçtiğini, askerlerin onlara da emir verdiğini söyleyerek sözlerine “ Birikim davası düştü. Ne bizi uğraştır, ne de sen eziyet gör. Zaten bir deri bir kemik kalmışsın. Hiç değilse ifadendeki en anlamlı, en güzel cümlenin de altına imza atmış olursun” dedi.
Karşılıklı gülümsedik, okey der gibi başımı salladım ve benzer bir ifadenin altını karşılıklı imzaladık.
Döndüğümde Durmuş Ali yoktu. Kimilerine göre ölmüştü, kimilerine göre koma halinde hastahaneye kaldırılmıştı.
MAMAK’TA
Dört eski subayla üç dört sivil, bir polis otosuyla üçüncü durağımız Mamak Cezaevi yolundaydık. Arabadan inmemizle birlikte tekme tokat yağmuruna tutulmamız da bir oldu.
Sağlı sollu askerlerin oluşturduğu bir koridorda düşe kalka ilerliyorduk. Sonunda geniş bir alana çıktık. Aksanından anladığım kadarıyla Kürt bir asker tarafından sıraya dizildik. Diğer askerler, meraklı gözlerle biraz ileride duvar dibinde bizi izliyorlardı.
Bize tekme tokat girişen o askerlerin arasında o sırada Mamak’ta askerlik yapan Halamın Oğlunun da olduğunu çıktıktan sonra öğrendim.
Benim bu halimi gören Hala Oğlu, dayanamayıp aynı gün Mamak’taki birliğinden firar etmiş.
Görevli asker, çok bozuk bir Türkçe ile emirler dağıtıyordu. Artık biz asker, o komutandı. Bizim o güne kadar öğrendiklerimizin on katını öğretecekmiş bize o gün akşama kadar.
Biz birbirimize bakıp tebessüm ettik. Görmüş olmalı ki bir hışımla aramıza dalıp sağlı, sollu rastgele yumruklar tekmeler fırlatmaya başladı.
Bizden önce gelmiş olan on beş, yirmi sivili de aramıza katarak yürüyüşler yaptırmaya başladı.
Yürüyüş kararları saydırıyordu ama bizde ses soluk yoktu.
Bizim yüzümüzden dayak yediklerini sanan sivillerle de aramız açılıyordu.
Sivillere, bu askerin görevi bizlere dayak atmak, boş yere bağırmanıza gerek yok dedik ama anlatamadık.
Dayak atmaktan yorulmuş olacak ki saat başı beş on dakika mola veriyordu. Molalarda bir duvar dibine tek sıra diziliyorduk. Herkes yönünü duvara dönüp yere bakıyordu.
Bir mola anında asker, çok bozuk bir Türkçe’yle “ Soldan sağa sırayla mesleklerinizi söğleyin ” dedi. Öğretmen, doktor, üniversite öğrencisi, subay vb sesler duyulunca “Kalkın lan komünist piçler ” diyerek okumuşlara ve bizlere karşı olan! içindeki kini ve hıncı dökmeye çalışıyordu.
O günü akşama kadar jop, küfür ve dayak yemekle geçirdik.
Akşam olunca A Blok’taki tel kafeslere konulduk. Uzaktan askerler, garip gözlerle bize bakıyorlardı. Kendimizi hayvanat bahçesinde ki hayvanlara benzetip göz göze geldikçe (belki de teselli olsun diye) acı acı gülümsüyorduk.
Gece, kafesten çıkartıp C2 koğuşuna götürdüler. Koğuşa girdiğimizde iki kişi yanımıza yaklaştı. Sağ mı, sol mu? diye sordular. Ben hala sır vermiyordum “ Benim siyasi yönüm yok ” dedim.
Onlar beni zorlarken bizden bir devre önce mezun ve bizden önce Mamak misafiri olan Ömer Faruk, imdadıma yetişti. Bizim arkadaş diye beni kendi Kurtuluş Gurubuna götürdü.
Cebimde hiç param yoktu. Üzerimdeki bir miktar parayı da iki ay öncesinde diğer eşyalarımla birlikte askeri sorgular başlamadan alıp, bir daha da geri vermemişlerdi.
Ben de bu yaşananlar arasında o saate kadar paramın yokluğunu hiç aklıma bile getirmemiştim.( Çok şükür hiç ihtiyacım da olmamıştı !)
Tüm gruplar gibi Kurtuluş Grubu da kominal yaşıyordu. On beş gün boyunca parasızlığımı hiç fark etmedim. Ne varsa birlikte yedik, birlikte içtik.
Koğuşta ki sayımız seksenin üzerindeydi.
Beş, altı MHP’li dışında hepimiz sol düşüncelerden dolayı yargılanıyorduk. Altlı üstlü ikili ranzalarda yatıyorduk. Yaklaşık kırk elli kişilik olan ranzalar daha fazla tutuklu alsın diye aralarında boşluk bırakılmadan yan yana dizilmişti. Kimsenin ranzası belli değildi.
Akşam olunca herkes sağında ve solunda yatanlara göre yerini buluyordu. Dümdüz yatıyor ve geceleri sağa sola dönemiyorduk.
Ben bazen daha rahat şiir yazabilmem için kötü kokulara rağmen başımı ayak tarafına koyuyordum.
Aramızdaki ilginç kişiliklerden biri de üsteğmen Hüseyin Maral’dı. Mamak Cezaevinde A Kısım’da görevli subayken tutuklanmış C Blok’a konulmuştu.
Koğuşumuzda Ege Mahallesinden gelen Musa Amca dikkatimi çekiyordu. Musa Amca, Çorumluydu. (Yoksa Kırıkkale mi?) Evinde yapılan aramalarda başta Zülfü Livaneli olmak üzere bol miktarda sol kasetler bulundu diye içeriye atmışlardı yaklaşık on yedi yaşlarında ki oğluyla birlikte.
Polislere çok yalvarmış oğlanı serbest bırakın, gerekirse ben onun yerine de yatayım diye ama nafile.
Musa Amca eski türküleri ve uzun havaları hem çok iyi biliyor, hem de güzel yorumluyordu ya da cezaevindeki yanık türküler bir başka dokunuyor insana.
Aylardır kulaklarım halk müziğine hasret kalmıştı.
Musa Amcamı dinledikçe kendimden geçiyordum. En güzel türküleri, kimse istekte bulunmadan kendi kendine mırıldandıklarıydı.
Ondan önce çıkacağım kesindi. Yengeye ve çocuklarına özel olarak uğrayıp çaylarını içeceğime söz vermiştim. Ne acı ki verilen o güzel sözler, nizamiye kapısından benimle birlikte dışarı çıkamadan unutuldu gitti.
Askeri savcıya çıkmadan nasıl savunma yapacağımız konusunda günlerce tartıştık; Ama her şey boşunaydı. Yaşadıklarımızı Savcı, bizden daha iyi biliyordu. “ Bilmediğimiz bir yerde, gözlerimiz bağlı olarak işkenceyle ifadelerimizin alındığını. Tutanakları kabul etmediğimizi ve söz konusu olaylarla uzaktan, yakından hiçbir ilgimizin olmadığını” Savcı, yazıcı kıza yazdırdıkça bize de sadece “evet efendim” demek kalıyordu.
Koğuşa döndüğümüzde konuyu anlattık kimse bir anlam veremiyordu.
Yorumlar farklıydı. Kimisi, aralarında az da olsa demokrat savcılar da var diyordu. Kimisi de ordu üç yüz, dört yüz subayı cezaevinde tutarak sivillerle kaynaşmamızı istemediklerinden Mamak’ta tutmak istemiyorlar gibisinden yorumlar yapılıyordu.
İkinci görüş bana daha yakın geliyordu. Bir de asıl amaç bizleri ordudan atmak olduğu için, bu amaç gerçekleşmişti. Ötesine ne gerek vardı. Böyle kitlesel olarak Mamak’ta kalmamızın hem bir anlam yoktu, hem de onlar için tehlike oluşturabilirdik.
Asıl nedeni yıllar sonra öğrendik. Emniyetteki polislere olduğu gibi askeri savcılara ve hakimlere de emir verilmişti gelen subayları içeride fazla tutmayın diye.
Bizler şimdilik serbest bırakılacaktık. Ama davalar uzun süre devam edecekti. Belki de yıllar sonra yaşadığımız bu olaylar, işkenceler “aslı olmayan bir iddia” olarak tutanaklara geçecekti.
Ordu içerisindeki bir sol örgütlenme olan Üçüncü Yol’dan yargılanan arkadaşlar için durum hiç de bu kadar kolay değildi. Deyim yerindeyse onlardan siyasi bir hınç alınıyordu.
Şimdi bile kamuoyundan fazla bilinmemesine karşın Üçüncü Yol davasından yargılanan Teğmen Ömer Yazgan, mesleği kamuoyundan gizlenerek idam edildi.
İşkencelere dayanamayan Teğmen Ahmet Erdoğdu, Mamak’ta kendini ranzaya asarak hayatına son verdi.
Harp Okulu öğrencisi Fatih Borucu, yaşadığı bunalımlar sonucu yıllar sonra ardından hüzünlü bir mektup bırakarak intihar etti.
Yetmiş altılı Talat Eryılmaz abimiz, 1 Mayıs afişi asarken polisler tarafından öldürüldü
Üç duraklı, çetin ve zorlu bir yolculuktan sonra bir deri, bir kemik kalarak serbest bırakılmıştım.
Hafızamda ve bağırsaklarımda hala iyileşmeyen izler bırakan bu dokuz yıllık askeri yolculuğu acı tatlı anılarıyla bitirmiştim.
Mamak’tan çıkalı iki ay kadar olmuştu. Sarı zarf içinde bir çağrı mektubuyla son görev yaptığım Harita Genel Komutanlığı’na çağrılıyordum. En kısa zamanda birliğe uğramam isteniyordu.
Yaşadıklarımdan sonra her şeyden şüphelenir olmuştum. Gitmeden çağrının nedenini öğreneyim, gerekirse kayıplara karışayım dedim.
İlk aklıma gelen beraber görev yaptığım, halen görevde olan devre arkadaşlarım oldu. Ama mümkün mü? Artık ben bir öcüydüm! Telefonla hiç kimseye ulaşamıyordum.
Bir yakınımı da yanıma alıp Cebeci’deki Komutanlığa uğradım. Karşılaştığım hiç kimse beni tanımıyor ve hiç kimse selamımı almıyordu. (Aynı arkadaşların daha sonra ki yıllarda verdikleri güven ve dayanışmayı da saygıyla anıyorum)
Sonunda kendimi Personel İşlerine bakan yaşlı bir astsubayın karşısında buldum. Eksik kalan evraklarımı imzalamam gerekiyormuş.
Evrakların özeti; Ben, son üç buçuk aylık bu olayları hiç yaşamamışım.
Bu zaman diliminde geçici bir görev için Merkez Komutanlığı’na gitmişim.
Geçici görevin ek maaş bordosu varmış. Onları imzalayıp, geçici görev paramı (işkence bedeli!) aldım.
Kapıda merakla bekleyen yakınımın yanına gülerek ve zengin olarak döndüm.
Durumu anlattım. Yakınım bir bana, bir paraya baktı, gülerek, “ Ulan keşke böyle parasız pulsuz aç dolanmaktansa üç beş ay daha yatsaydın!” dedi.
|