.
 

Son 10 Yorum

 
 

Ziyaretçi İstatikleri

Bugün : 65
Toplam : 648028
 
 
KULELİ ASKERİ LİSEM YOK ARTIK !  -  03.08.2016
.
.

              

 Kuleli Askeri Lisesi nden ( Artık o lise yok ! ) Mamak a kadar uzanan askerlik yıllarımı anlattığım BEN ASKERKEN adlı sanal kitabımdan Kuleli Askeri Lisesi yılları...

 

BEN ASKERKEN

 

 

     Onların çınar ağacı olduğunu çok sonradan öğrendim. Köyümde ki kavaklara benziyordu; Ama yaprakları daha geniş, gölgeleri daha gür ve altları daha serindi. 

     Yaklaşık iki haftadır İstanbul’daydım. İlk kez bu kadar rahatlamıştım. Birçok güzelliklerin farkına yeni varıyordum.  Önümde bir sahil yolu, hemen ötesinde boğazın mavi suları ve iki yanında o güne kadar ancak filmlerde gördüğüm lüks villalar.

    Duygularımı bir türlü toparlayamıyordum. Bir yandan iki haftadır sağlık raporu için Askeri Hastanelerde çektiğim sıkıntılar, bir yandan ilk kez tattığım ayrılık acısı, bir yandan da çocuksu beynimi büyüleyen bu kentin güzellikleri.

    O günden sonra askeri öğrenciydim artık. Sivil elbiselerimi sabah erkenden çıkartıp askeri kıyafetlerimi giydirmişlerdi.  Ceket biraz geniş, pantolon da uzundu. Ama olsun,  artık ben askerdim.  Her şey bana yakışıyordu. Anam, Babam beni bu giysilerimle gördüklerinde kim bilir ne kadar sevineceklerdi?

    Üzerinde “Ziraat Bankası” yazan bir banka oturmuş,  yabancısı olduğum bu kente ve manzaraya dalıp gitmiştim.  Arkalarda birileri, “İçtimaa vaar, içtimaa vaaar ” diye birkaç kez bağırmıştı.

Ortaokulu yeni bitirmiştim; hem de Sivas’ın Divriği İlçesi’nde. İçtimaının ne anlama geldiğini öğrenecek kadar asker değildim henüz. Bir şeyler satıyorlar sandım. 

Herkes içtimaa ya gitmiş, bahçe boşalmış, bankta oturan bir ben kalmıştım. Yolun karşısında caminin yanında ki bakkala izinsiz giden bir arkadaş, bahçe duvarından atlayıp içeri girdi. Hızlı adımlarla yanıma geldi ve “İçtimaa var mı?” diye sordu.  “Bende yok ama az önce arkalarda biri bağırıyordu, onda varmış” dememle birlikte, ilk azarı işitmem de bir oldu.

Arkadaş, sinirli bir şekilde “Bak aslanım, ben İstanbulluyum, benimle kafa bulma” dedi. Ben de gayet sakin “Ben de Sivaslıyım ama gerçekten bende yok, inanmıyorsan üzerimi ara” dedim.

Çok geçmeden geciktiğim içtimadan dolayı ilk askeri tokadı da yedim.

Bu azar ve tokat, beni zor bir geleceğin beklediğinin ilk sinyalleriydi.        

   

 

    Ertesi gün askeri kampın yolları görünmüştü. Oysa ben, işlerim bitince geri döneceğimi ve okullar açılana kadar memleketimde kalacağımı sanmıştım.

Evrakları vermek için gittiğim okulda evraklarla birlikte beni de bir daha bırakmamışlardı. Ne kimselere telefon edebilmiş, ne de üzerimde yeteri kadar para almıştım. 

Zaten yardım alabileceğim kimim vardı ki? Tuzla’da fabrikada çalışan Ağabeyimin durumu içler acısıydı. Öğretmen ağabeyimin durumu ondan da beterdi.

Her şeyden önce kamp yolcusuydum; Zaman çoktan geçmişti. Kimseyi görecek ne zamanım vardı, ne de olanaklarım.

    Arkadaşların çoğu, bir hafta öncesinde gemilerle Eğitim Kampı’na taşınmışlardı. Ben ve benim gibi işlemleri geciken yaklaşık on beş, yirmi arkadaş apar topar, bir hafta geç de olsa Yalova’nın kuzeyindeki Hersek Kampı’na ulaştırılmıştık.

Kampta çadırlarda kalıyorduk. Günde üç kez denize giriyorduk, gerisi eğitimdi. Arkadaşların çoğu kültürel ve sınıfsal olarak bana göre farklı bir yapıdan geliyorlardı. İlk günlerde dertleşebileceğim bir arkadaş bulmak için çok zorlanmıştım.

Sonunda aradığımı bulmuştum.;  Hem de iki dostum vardı. Biri Nusaybinli Zeki Can, diğeri de Birecik’in Söğüt ilçesinden Ertuğrul Aydın. 

Ertuğrul’un bir de Anneliği vardı; Melek Ablamız. Eşi yarbay. Ertuğrul, benimle de tanıştırmıştı Melek Abla’yı. Nedendir bilmiyorum beni de çok sevmişti.  Kısa zamanda benim de annem olmuştu Melek Ablamız.  Ya da o koşullarda, o yaşlarda bir anneye gereksinim duyduğumuz için bize öyle geliyordu?

    Benim de bir Melek Anam vardı artık;  Her hafta ziyaretime gelip halımı hatımı soran.  Yenecek bir şeyler getirir, giderken zorla da olsa biraz harçlık bırakırdı. 

Anamı, Babamı merak eder ne zaman İstanbul’a geleceklerini sorar, mutlaka tanışmak istediğini söylerdi. Bense hep gerçekleri gizler, hiç gelmeyen gelecek aylardan söz ederdim.

Ona anamın, babanın maddi durumlarını, sağlık durumlarını, naçarlıklarını anlatamazdım. Sanki tüm bunları öğrenince benden uzaklaşacakmış gibi bir his vardı içimde. Ne de olsa çok farklı dünyanın insanlarıydık. Hele, Anam, yeterli kadar Türkçe bile bilmiyordu.

   

 

    Yaklaşık bir buçuk ay süren kamp yaşamı bitmiş, okullar açılmıştı. Öğretmenlerimizin bir kısmı sivildi. Bizler, sivil öğretmenlerimizle daha samimi olup, daha çok dertleşebiliyorduk. 

Okulun ilk haftasında öğretmenler, gözümü çok korkutmuştu. Önce memleketlerimizi soruyorlardı, sonra mezun olduğumuz okulları.          Arkadaşların çoğunluğu büyük kentlerin, tanınmış okullarından geldikleri için,  sıra bana gelince “Aman dikkat et, burası oralara benzemez. Ders yüzünden okuldan atılırsan baban dünyanın parasını ödemek zorunda kalır”  gibi sözler ediyorlardı.

    Bu acı sinyaller sık sık söylenip duruyordu. Her söz, beynime kurşun gibi işliyordu. Babam, para ödemek zorunda kalacak ha!

    Babam, Divriği’de özel demir madeninde çalışan işçiydi. Üç beş ay parasını alamadığı oluyordu. Ne okuduğum okulu biliyordu, ne sınıfımı, ne de derslerimi. O’nun bildiği tek şey vardı, oğlu orta mektepte okuyor, ders durumu da iyi. Bir de akşam geç saatlere kadar ders çalıştığımda lambadaki gazın hesabını yaptığından olacak ki “Bırak dersi, haydi yat, sabah çalışırsın”  gibi sözler ederdi.

    Divriği’nin en yoksul ailelerinden biriydik. ( Belki de en yoksuluyduk )   Köyden kasabaya göçen ilk aileydik. İlçe merkezine çok uzakta, dağın eteğinde yolsuz, elektriksiz, susuz bir gecekondumuz vardı. Tüm yaz tatillerim, felçli anamla birlikte dağlarda odun ve tezek toplamakla geçerdi.

Yoksulduk, ama babam bir kez kafaya takmıştı, bizleri okutacaktı.  Ben, okuldan atılırsam babamın tazminat ödemesi mümkün değildi. Bu tüm ailemiz için ölüm demekti. Evet, mesaj anlaşılmıştı,  çok ama çok çalışacaktım.        

 

Okulun birinci yarıyılı bitmişti.  Ben sınıf birincisiydim. Artık beni çavuş yapıp,  sol koluma özel bir çavuş işareti takmışlardı. Ne büyük bir mutluluktu.

Şubat tatilinde ilk posta treni ile Haydarpaşa’dan yollara koyulmuştum. Hem de askeri öğrenci elbiselerimle.  Ama çavuş olduğumu kimse anlamayacaktı. Ben de utanır, kimselere kendimden söz edemezdim. Her neyse belki konu açılırsa ben de sınıf birincisi olduğumu söyleyecektim.  Hem de önce İlkokul Öğretmenime.

 

 

    İstanbul- Divriği yolculuğu trenle yaklaşık iki gün sürüyordu. Otobüsler daha erken gidiyordu, ama posta (tren) çok ucuzdu.  Öğrenci indiriminden ayrı bir de asker indirimi vardı.

    Yolculuklarda tren aralarında satılan destanları çok severdim. Ağıtlar, boyunlara asılı bir teypten çalınırken, öyküsü ve sözleri de ayrı birer kâğıtta yazılı olarak satılıyordu.  

Özellikle Ankara’dan sonra başlardı ağıtlarımız, destanlarımız. Bir de Sivas’ı geçince yaşlı kemancı Halil Amca vardı. Üç beş kuruş para uğruna yöre türkülerini kemanıyla ne güzel, ne yanık söylerdi.

 

 

    Anam, mutluluğunu gizleyememiş gözyaşlarına boğulmuştu. Babam, biraz daha durgun ve soğuktu elbiselerime. İkinci Dünya Savaşı yıllarına denk gelen dört yıllık askerlik döneminde çok çekmişti.  Bir türlü acı anılarını üzerinden atamıyordu. Benim konumumun farkında bile değildi.  Bir keresinde  “Aman oğlum onbaşılara dikkat et,  onlar çok zalimdir” demişti.

    Asıl sevinen ve sevincinden gözyaşlarına boğulan ilkokul öğretmenim olmuştu.  Köy Enstitüsü çıkışlı ve TÖS ün (Türkiye Öğretmenler sendikası) ilçe temsilcisiydi.

Beni nasıl yetiştirdiğini,  Haftalık dergi paralarımı kendi cebinden nasıl ödediğini uzun uzun anlattı. Oysa ilkokul yıllarımda,  başarılı öğrencilerden Milli Eğitim’in para almadığını söylüyordu.

    Artık herkesle samimi olamıyordum. İzin öncesi komutanlarımız “Aman dikkat edin, herkese her şeyi anlatmayın, herkesle samimi olmayın, sizden askeri sırları kapabilirler” demişlerdi.

Gerçi pek aklıma yatmamıştı bu söylenenler ama yine de ben herkese karşı biraz seviyeli olmalıydım. Eh ne de olsa ben, subay olacaktım,  her şeyi onlardan daha iyi biliyordum!

 

                                        

    Tatil bitmiş ve okula dönmüştüm.  Çavuşluğun ne bela olduğunu yeni anlamıştım. Çavuşluk,  İlkokuldaki sınıf başkanlığı gibi bir şeydi. Ama onda çok daha beterdi. Sınıfta ki tüm arkadaşlarımı her konuda komutanlarıma ben ihbar edecektim. Komutanlarımın sordukları her soruya doğru cevap vermek zorundaydım.  Çocuksu aklımla bile bunları yapamadım. Arkadaşlar arasında en sevilen, idarenin gözünde en disiplinsiz çavuştum. Kesin olan bir şey vardı, ilk fırsatta ne yapıp, yapıp bu dertten kurtulacaktım.                             

 

Tatil günleri lokantalara gitmek çok lükstü benim için. Ayda bir de olsa pastanelere oturur tatlı yerdim. Bir keresinde canım tatlı çekmiş, ama tatlıların isimlerini hiç bilmiyordum.

Pastaneye girmeden vitrindeki tatlıların isimlerine bakıp birisini seçip isteyeyim dedim. İsimler genelde akılda kalmayacak kadar yabancı sözcüklerdi.

Tulumba tatlısı, gözüme takıldı. Kolayca aklımda kalacak bir isim, tulumba tatlısı. Pastaneye oturdum, bekliyordum ama ne gelen vardı, ne giden. Sıkıldım tam kalkacaktım ki garson tepeme dikildi. “Buyurun ne istemiştiniz?” diye.

 Dilimin ucundaydı, yarı bocalayarak şey, şey pompa tatlısı ”  dedim.  Garson gülerek “çok espritüelsiniz” dedi. Ben de evet anlamına gelecek şekilde gülümseyerek başımı salladım.  Tulumba ile pompanın farkını çıkışta vitrine bir kez daha bakınca anladım.

 

 

 

Askeri okul elbiselerim üzerimde, Üsküdar iskelesinde Beşiktaş vapurunu bekliyordum.  Önümde altı, yedi yaşlarında sünnet olacak bir çocuğa da subay elbiseleri giydirmişlerdi.

Çocuk ablasının elinde tutmuş bir bana, bir ablasına bakıyordu. Bir şeyleri merak ettiğini anlamıştım.  Sonunda dayanamadı ablasına beni gösterip, “Abla, bu abi de mi sünnet olacak? “ dedi.

   

                                        

    Bir Pazar akşamı okul dönüşüydü. Halk otobüsleri Üsküdar- Beykoz hattına yeni konulmuştu.  Biz Üsküdar’da binip, Kuleli Durağı’nda iniyorduk.  Yolcuların çoğunluğu bizim arkadaşlarımızdı.

Şoförün tüm uyarılarına rağmen orta boşluğu doldurmuyorduk.  Şoför,  elli yaşlarında beyaz saçlı, Laz tipli biriydi. Birkaç uyarıdan sonra, “Ne sürü gibi bakıyorsunuz, biraz sıkışın”  demez mi!

    Her şey bu cümleden sonra bitmişti. Sen ha, askeri öğrencilere sürü diyeceksin? Komutanlarımız boş yere mi dediler “Her sivile ajan, düşman gözü ile bakacaksın” diye. İşte tam fırsat. Beş altı arkadaş şoförü arabadan indirip, tekme, tokat giriştik. O da yetmedi. Elli, almış metre ilerideki askeri inzibat karakoluna götürüp,  bizlere hakaret ettiğini ve dövmelerini söyledik. Biz geri dönerken şoförün yalvarma ve bağırma sesleri kulaklarımızda çınlıyordu.

    Okula döndüğümüzde durumu komutanlarımıza bildirdik ve ilk başarılı sınavımızdan dolayı bizleri kutladılar ve örnek gösterdiler.

O gece uyuyamadım. Hep o şoför amca gözümün önüne geldi. Gerçekten o kadar büyük bir suç işlemiş miydi?  Neden bize karşı o kadar çaresizdi? Neden oğlu yaşındaki çocuklara o kadar yalvarıyordu?  Biz kimdik?  O kimdi?  Sonra nedendir bilmiyorum  onun naçarlığını babama benzetip kendimden utandım. Bu olayı da kara bir leke olarak izlerime gömdüm.       

 

                                        

    Yücel Aktar isminde yüzbaşı rütbesinde bir Tarih öğretmenimiz vardı. Nedendir bilmiyorum beni çok sever, benimle daha çok ilgilenirdi.

    k sık ders programlarının dışına çıkar ilginç konulara değinirdi.  İlk tanıştığımız haftalarda benim Sivaslı olduğumu öğrenince,   özel bir tiyatro grubunun  “Pir Sultan Abdal ” oyununu oynadığı,  hafta sonu oraya gitmemi isteyip, bir sonraki hafta oyunla ilgili sorular soracağını söyledi.

    Daha okula başlamadan başta öğretmen olan ağabeyim olmak üzere tüm çevrem, Alevi olduğumu kimseye söylememem ve belli etmemem konusunda beni defalarca uyarmışlardı.

    Neden öğretmenim bu görevi bana vermişti? Sonra ben o güne kadar ne tiyatroya gitmiş, ne de tiyatronun ne olduğunu biliyordum. Geldiğim kültürde “tiyatro” sözcüğü iyi anlamda kullanılmıyordu bile.

Pir Sultan ve tiyatro! Bu iki sözcük nasıl yan yana gelebilirdi ki?  Ama madem bu görev bana verilmişti, gidecektim.

    Gittim ve ilk şoklarımdan birini yaşadım.  Aleviydim ama ben de Pir Sultanın kim olduğunu, neyi savunduğunu yeni öğreniyordum.

    Daha sonraki derste oyunun konusunu olduğu gibi anlattım. Birçok arkadaşın hoşuna gitmiş olacak ki arkadaşların büyük bir kısmı o oyunu izlemeye gitmişti.

Aynı hocamız, bir sözlü sınavında bana Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş nedenlerini sorduğunda iç ve dış nedenler diye uzun uzun anlatmıştım. O da, benin çöküş nedenleri diye saydığım tüm maddelerin tersini varsayarak “Kanuni hiç ölmeseydi, Büyüme doğal sınırlara dayanmasaydı, bütçe hiç açık vermeseydi, bugün Anadolu’da Osmanlı İmparatorluğu, yani bir imparatorluk olur muydu?” diye sorduğunda bocalayıp kalmıştım.

 “Geç o hikâyeleri geç, asıl nedeni imparatorluklar dönemi kapandığından çöktü” diyerek on beş yirmi sayfalık bir masalı bir cümleyle çürütmüştü.

Yücel Hoca’mız aynı zamanda çok okuyan bir öğretmenimizdi. Kendisi yüzbaşı olduğu halde, sivil öğretmenlerimiz gibi bize çok yakındı.

Genelkurmay Yayınlarından “Türk Devrimi ve Kurtuluş Savaşı diye bir kitabı bana hediye etmiş, oku ve okuduğunu anla demişti. Kitabın özelliğini ve öğretmenimizin düşünce yapısını yıllar sonra o kitabı tekrar okuyunca anlayabildim.

   

 

 

 

                      

Bir de sevdiğim kız vardı İstanbul’da.  Daha Kuleli Askeri Lisesi’ni kazanmadan onun uğruna aylarca sınavlara hazırlanmış, onun için özellikle İstanbul’u seçmiştim. 

 Kuleli öncesinde yaz tatilinde Ablamın köyünde tanışmıştık.  İkimiz de Ablamın evinde misafirdik.  İkimiz de on dört, on beş yaşlarındaydık. Uzaktan akraba da oluyorduk birbirimize. Çocuksu yüreğim ilk kez aşkla tanışıyordu.

Bilmediğim bir şeyler vardı beni ona bağlayan.  Bana göre farklı olan diline mi? Huyuna mı,?  Kaşına, gözüne mi? Şimdi bile bilemediğim bir şeylerine bağlanmıştım işte.sa köy tatilinden sonra o İstanbul’a, ben de Divriği’ye dönmüştüm.

 

 

    Aradan bir yıl geçmişti. Artık ben de İstanbul’daydım. Adresini bulmam çok zor oldu. Kimseye açık, açık soramıyordum. Sonunda Sanayi Mahallesi’nde bir gecekonduda izine rastladım. Çeşitli yalanlar uydurup iki, üç haftada bir ona uğrayıp sessiz, sedasız yanında oturuyordum, Ellerim ellerine bile değmiyordu, Ama deliler gibi seviyordum.      

    Konuyu açacaktım, açacaktım ama hep bir sonraki haftaya erteliyordum dillerimi. Ya yanıtı olumsuz olursa, ya bir daha benimle konuşmazsa diyerek kaybetmekten korkuyordum.  Asıl bu acıya hiç dayanamazdım. En iyisi ne sorumu sorayım, ne de cevabı duyayım. Böylesi daha iyi, en azında evine geliyorum,  O’nu görebiliyorum ya, bu bile yeter. Artık tüm düşlerimde ve şiirlerimde onunla beraberdim.

    Gecekonduda yaşayan bir kızdı ve yaşı on beşini çoktan geçmişti. En iyimser tahminle benim önümde daha Kuleli, Harp Okulu, Sınıf Okulu yani sekiz yıl vardı. Gerçekçi olmam gerekirdi. Zaten pek yapabileceğim bir şey de yoktu. Bir sonraki yaz anı defterime bol bol aşk şiirleri yükleyip,  evlenip gitti.

    Ama bende bıraktığı iz hiç bir zaman silinemedi. Kırkından sonra karşılaştığımız bir ortamda herkesin önünde o günkü çocuksu duygularımı açıp onun duygularını sorduğumda yanıt olumluydu.  Olumluydu ama ilk aşımız yıllara yenik düşmüştü. Anılara saygılı olmalıydık.  Artık o bir nene, ben iki çocuk babasıydım.

 

 

     Okulda ikinci yarıyıl bitmek üzereydi.  Benim derslerim yine çok iyiydi. Sezon bitimi, yeniden sınıf çavuşu olacağım kesin gibiydi. Ama çok çekmiştim bu çavuşluktan. Kesinlikle çavuşluğu istemiyordum. Ne yapıp, yapıp ders notlarımı biraz düşürmeliydim.

Son sözlü sınavlarını oluyorduk.  Fizik dersiydi. Öğretmenimiz, subay kökenli ve beni çok seviyordu.

Sorduğu soruların tamamına ters cevaplar veriyordum ya da hiç vermiyordum. O da anlamıştı bir şeylerin döndüğünü ama ne olduğunu bilemiyordu. Sonunda bir tekerleğin çevre uzunluğunu verip, on tur atınca kaç metre yol alacağını sordu. Tabi onu da bilemedim! Öfkelendi, amacımı sordu. Ben de “amacımın çavuşluktan kurtulmak olduğunu” söyledim.  zdı,  amacıma uygun şük bir not verdi.

    Daha sonra Okul Komutanı’na durumu anlatmış.  Genel bir içtimaa da Komutan, ağzını açtı, gözünü yumdu. Ben subay olamazmışım.  Önce asker, sonra başarılı öğrenci olmamız gerekirmiş. Bugün bir sınıfı yönetemeyen, yarın ülkeyi nasıl yönetecekmiş! ( Sanki görevimizmiş gibi ! )

    Benim için bu sözlerden daha önemlisi çavuşluktan kurtuluşum olmuştu.

 

                                        

    Yaz aylarında kamp yeniden başlamıştı.  Bu kamp, daha renkli geçiyordu. Arkadaşlara ve askerliğe (ve de ayrılığa) biraz daha alışmıştım. Kampın yarısı olmamıştı ki Kıbrıs Çıkartması başladı. Bizim kampta da savaş koşullarına göre programlarda değişiklikler yapıldı. Artık askeri yönümüz ve eğitimler öne çıkıyordu. Deniz ve spor unutulmuş gibiydi.

    O kadar şartlanmıştık ki savaş ortamına, sanki bizler de gidecektik. Hem Kıbrıs’ı, hem de ülkenin kötü gidişini kurtaracaktık.

    Geceleri kampımızda karartma oluyordu. İki üç kilometre ötemizdeki Amerikan Hava Üstünde hiçbir karartma yoktu. Biz komutanlarımıza “O ışıklardan dolayı bizim yerimiz de belli olmaz mı? ” diye sorduğumuzda, biraz da alaylı tavırla o ışıkların hayrına bizim de güvencede olduğumuzu söylüyorlardı. Gerçi bu cevap hoşumuza gitmiyordu ama biraz da işin bir ucunda can olunca sesimiz soluğumuz çıkmıyordu.

    Milliyetçilik rüzgarları doruktaydı. Bir Türkün dünyaya bedel olacağına inanacak kadar düşlerdeydik. Kıbrıs’tan sonra Batı Trakya, adalar düşlerine dalıyorduk. Tatbikatlarda sadece yüzlerimiz değil, gözlerimiz de boyalanıyordu sanki. Kıbrıs’a gönüllü gitmek isteyen arkadaşlar komutanlarımıza başvuruyorlardı.  Yazdığım aşk ve sevda şiirlerinin yerini kahramanlık ve ırkçılık kokan şiirler almıştı.

    Bereket savaş da tez bitti, kamp da.

 

                                        

    Çok kısa bir tatilden sonra derslere yeniden başlamıştık. Yaz tatillerini neden kısa tuttuklarını bir komutanımız anlatmıştı. Sivillerle çok fazla içli, dışlı olmamız istenmiyordu.

    Kendi ailemizle bile yılda ancak on, on beş gün birlikte olabiliyorduk. Normal ders sezonu bitince kamp ayları başlıyordu.

    Bunun acısını da o yaz kamptayken yaşadım. Anamı kaybetmiştim. Cenazesinde bile bulunamadım. Yaram çok ağırdı ama okuluma ve derslerime yansıtmamaya çalışıyordum.

Anam, ölmeden önce doktora gittiğinde doktor, anamın vitaminsiz kaldığını, çok iyi beslenmesi gerekliliğinden söz etmiş.  Doktor, reçeteyi babama, babam da reçeteyi yellere savuruyor tabi.

Anamın acısını atamadan dört ay sonra babamı da kaybettim. Onun da cenazesinde bulunamadım. Nedenini bilmiyorum, iki acıyı da içimde sakladım. Çok samimi üç, beş arkadaşımın dışında, diğer arkadaşlarımın bu ölümlerden haberleri bile olmamıştı.

            

   

Anam Babam, göçmüştü ama yaşam devam ediyordu. Derslerim iyiydi. Çavuşluktan kurtuluş planlarımı bu kez daha önceden ve hiç dikkati çekmeden yapıyordum.

 

 

    Arkadaşlarla aramızda çok kuvvetli dostluk bağları oluşuyordu. Kardeşten de öte dostluklar yaşanıyordu. 

Hemen hemen yılın tamamını birlikte geçiriyorduk. Hele bir de yatılı okul olunca. Yılda on beş gün kardeşlerimizle, kalan günler arkadaşlarımızla birlikteydik. ( O güzel ve yalın dostlukları, ne üniversite yıllarımda, ne de siyasi yaşamımda görebildim)

    Yavaş yavaş kafamızda siyasi yörüngeler de oluşuyordu.  Dışarıdaki siyasi gelişmeleri daha yakından izliyor, kendi aramızda tartışmalar yapıyorduk.

    Genel olarak Kemalist, antiemperyalist, görüşler ağır basıyordu. Sol çizgideki devrimci, ülkenin tam bağımsızlığını savunan, antiemperyalist örgütlenmeler sempatiyle baktığımız eğilimlerdi.

    Okul yönetimiyle aramız her gün biraz daha açılıyordu. Bu siyasi farklılığımız her şeye yansıyordu.

    Artık onurlu yaşamak istiyorduk. Küfre, dayağa, İnsan onurunu rencide eden davranışlara ve cezalara karşıydık.

    Bir gün Okul Disiplin Yönetmeliği’nde yazan “Kalitesi düşük insanlara gezmek suçtur ” ibaresinde ki insan kalitesini neye göre ölçeceğiz diye sorduğumuzda “Giyiminden kuşamından belli olur” diye cevap verildiğinde kıyameti koparmıştık.   

Bir arkadaş Komutan’a  “ Peki komutanım o giyimi kuşamı kötü olan insan benim babamsa?”  diye sorduğunda komutanımız bocalamış ve arkadaşımızı bozgunculukla suçlamıştı.

    Farkına varmadan siyasi kutuplaşmalar da başlamıştı. Çoğunluk sol, yurtsever çizgide, çok az bir grup arkadaş da sağ çizgideydi.

    Okul yönetimiyle öğrenciler arasında ki her sorun da sağcı arkadaşlar yönetimin yanında yer aldıklar için, hem taraftar toplayamıyorlardı, hem de birçok kez kişiliklerinden ödün vermek zorunda kalıyorlardı. Bundan dolayı sayıları daha azdı. Bizim gözümüzde onlar yalaka, ispiyoncu; Onların gözünde de bizler Komünisttik.

 

                                                   

     O yıllarda 1 Mayıs tatil günüydü.  Bahar Bayramı olarak kutlanıyordu. Ders yapmıyorduk. 1976 yılıydı. Ya törenlere katılmamızdan korkulduğu için, ya da can güvenliğimiz düşünüldüğünden izinler yasaklanmıştı.  

          Taksim Meydanı’nın da ki kalabalığı merak ediyorduk. Yüz binlerce işçiden söz ediliyordu aylar öncesinde. Sekiz, on arkadaşla kaçak gitmeyi denedik ama o günkü denetimler diğer günlere göre daha sıkıydı. Başaramadık.

    Biz de okulun arkasındaki ormanı tercih ettik. 1 Mayıs konusunda daha önce görev verdiğimiz iki arkadaş bize günün anlam ve önemini anlatmıştı.

    Bu anma, bizim ilk siyasi toplantımızdı. Herkes heyecanlıydı. Belki de ondan dolayı konuşmaları kısa kesip şiir marş ve türkülerle devam ettik.

Ormanın, baharın ve bayramın güzelliklerini, türkülerle ve şiirlerle bir piknik havasına dönüştürmüştük.

Akşam haberleri izlediğimizde heyecanımız doruktaydı. Resmi kanal bile beş yüz bin işçiden söz ediliyordu. Bizler de mutluluğumuzu, birbirimize kaş göz ederek anlatmaya çalışıyorduk.

   

 

Yavaş yavaş kendi aramızda fraksiyon ayrılıkları da başlamıştı. Bizdeki ayrım, sivil örgütlenmelerdeki ayrımlara benzemiyordu. Belki birbirimizi çok sevdiğimizden, belki de özel koşullarımızdan dolayı tüm farklılıklara saygı duyar ve dostluk bağımızı hiç bir zaman koparmazdık.

Edebiyata olan ilgim ve ve şiir yazma hastalığım artarak devam ediyordu. Gizli gizli Nazım’ın, H. Hüseyin’in, Enver Gökçe’nin, Ahmet Arif’in, Bedri Rahmi’nin şiirlerini okuyordum.  Ama buna rağmen gurbet ve sevda ağılıklı Halk Edebiyatı türünden kafiyeli şiirleri yazmayı da bırakamıyordum.

    Özellikle Mahsuni’nin çok fazla etkisinde kalmıştım. Hemen, hemen tüm türkülerini ezbere biliyordum.

    Kendi şiirlerimde de toplumsal konulara değinmeye çalışıyordum.  Aramalarda dikkati çekmesin diye bu tip şiirlerimi ders defterlerinin ara sayfalarına ve düz metinler biçiminde yazıyordum. ( Özellikle tarih hocamdan dolayı tarih defterime )

    Daha sonraki yıllarda ( Özellikle Harp Okulu’nda ) daha güzel çözümler bulmuştuk. Klasik romanların orta kısımlarına denk gelen kısımlarını çıkartıp oralara okumak istediğimiz yasak yayınları ilave ediyorduk. Kontrollerde klasikleri okuyor süsü veriyorduk. Bu şekilde dış kalıbı “Kelebek” olan ameliyatlı romanı, içeriği çok, farklı olarak aylarca elden ele dolaşrdığımız olmuştu.

   

 

 

 

    Tazminat ödemeden kıta subaylığından kurtulmak için bir fırsat doğmuştu önüme. Harp Okulu ve Askeri Liselere Öğretmen yetiştirmek için üniversitelere Askeri Öğrenci gönderilecekti. Bunun için normal üniversite sınavlarına girip sadece istenilen bölümleri yazabilecektik.

    Aklımı ODTÜ ye takmıştım.  Sadece Matematik bölümünü yazmamız gerekiyordu. Yazdım ve kazandım da. Hem de iyi bir dereceyle.

    Bunun mutluluğu ile uçarken siyasi sakıncam ilk kez önüme set oldu. Uygun görülmedim ve gönderilmedim.

 

 

                       VE HARP OKULU

    şlerimdeki ODTÜ yolu kapanmıştı; Onun yerini Harbiye almıştı.  Başkentteydik. Bu ülkenin kaderini, Mülkiyeliler ve Harbiyeliler belirler diyorlardı.

 

Kitabın tamamı için:

 

 
Okunma Sayısı : 6770 | Yorum Yaz

|

Tavsiye Et

|

Facebook'ta Paylaş
 
.
mustafa özdemir  -  04.08.2016    01:20:29
.
kutluyorum komutanım, iyi ki atımışsın
sen albaylığı mamak da haketmişsin kardeş :) bunları yaşayan bir insan albayda olur evliya da dervişde. imla hataları vardı ama akış ve anlatım mükemmel. tamamı 50 dakikamı aldı çayla birlikte. çok güzel bir anlatım ve de çok acı tabi. kutluyorum
.
.
mehmet kaya  -  03.08.2016    23:37:33
.
SELAM OLSUN DİRENEN YOLDAŞLARA
yüreğine sağlık ne diyeyim yoldaş. bir bakayım derken akmış gitmişim sohbetine. şimdi daha iyi anlıyorum NEDEN DAĞLAR
.
.
meryem derintaş  -  03.08.2016    22:03:30
.
can abim benim
güzel abim yaşadıkların olgunlaştırmış seni. daha önce tamamını okumuştum. bir kez daha okudum. tam da zamanında yazdın. kulelide gündemde darbede. keşke tamamını yazsaydın asıl ilginç ve gündemde olan kısmı darbe ve sonrası yaşadıkların. tek kötü yönün abiciğim bunları yaşayan bir insan nasıl olurda zemzem, dem kullanmaz. gerçekten ilginç hem de alevi olacaksın :) gözlerimi güzel duygularınla yaşarttın, gülücük kondurdun dudaklarıma acı mizahlaeınla selamlar güzel abim. yolun dşerse çok çok özel konuğum olmanı isterim. kendine iyi bak dağlarına selam söyle çağdaş derviş abdal ozan abim
.
.
sabri topdağı  -  03.08.2016    21:54:44
.
Kalemine ve yüreğine sağlık abiciğim
Kalemine ve yüreğine sağlık abiciğim. 1977 Kuleli, 1982 KHO mezunuyum. Yazdıklarının bir bölümünü (Emniyet ve Mamak hariç) ben de yaşadım. Sizin yaşadıklarınızın yanında benimki çok hafif ama yine de hiç yaşamamış olanlardan çok daha iyi anlıyorum sizi. Okurken, gözlerim buğulanarak o günleri tekrar tekrar yaşadım. Saygı ve selamlarımla...
.