"Yorgun ayaklarımı ellerime alıp, kanatlanan yürğimle yüreğine giderdim..."
Milas Doruk Dağcılık olarak ''Tekedağ - Aydaşı - Atalan Yaylası Parkuru''nu gerçekleştirmek için yola çıktığımızda, nisan ayının ikinci pazarını yaşıyoruz. Belirlediğimiz rota Çomakdağ köylerinin üzerindeki bir bölge olduğu için, yürüyüşümüzü Çomakdağ İkiztaş Köyü'nden başlatıyoruz. Başlangıç noktamızın 540 metre rakımlı olduğu göz önüne alındığında, rotamızın bizi dağların yükseltilerine doğru taşıyacağını tahmin etmekte zorlanmıyoruz.
Zaten önümüzdeki stabilize yolda ilerledikçe, kiremit çatılı evlerin oluşturduğu İkiztaş Köyü'nü yukarıdan bakmaya başlıyoruz. Bir süre sonra da köy görüntü alanımızın dışında kalacak. İkiztaş Köyü'ne ismini veren devasa iki kaya parçası ise yoldaşlığını bir süre daha devam ettiriyor. Stabilize yoldan ayrılıp, Tekedağı'nın içine girince de ikiz kayalarla vedalaşmış oluyoruz.. Birden kendimizi ormanın içinde buluyoruz. Ve içinde bulunduğumuz orman o kadar sıkışık ki, bırakın çevreyi zaman zaman gökyüzünü görmekte zorlanıyoruz. Adeta çam ağaçlarının oluşturduğu bir denizin içinde adım atıyor gibiyiz. Bu sıkışıklık, ilk başlarda dağı tırmandığımızın farkına bile vardırmıyor. Oldukça yükseldiğimizi, ilerliyen zaman içerisinde bedenlerimizin verdiği işaretle farkına varabiliyoruz. Gerçektende, belli bir noktadan sonra dağ oldukça dikleşiyor.. Bu dikleşme, içinde bulunduğumuz coğrafyayı daha da bakir kılıyor. Artık çam denizinin içindeki küçük noktalar gibiyiz. Uzun bir süre tepemizde görkemli çam ağaçlarının yeşili, altımızda toprağı adeta sarımsı bir halıya dönüştüren iğne uçlu çam yapraklarının kuruluğunun oluşturduğu bir tekdüzelikte yürüyoruz.. İşin tuhaf yanı, bu tek düzelik bana hiç bir bıkkınlık vermiyor. İşte o an fark ediyorum ki doğa hiç bıktırmıyor, usandırmıyordu. Her an taze, her an yeniydi doğa.. Tıpkı şu an içinde bulunduğum orman gibi, tıpkı bu sabah gibi.. Alıştığım sandığım en aşina imgeleri bile her an şaşırtmaya hazır birer mucize gibi önüme sürebiliyordu.. Galiba doğayı her daim yeni ve vazgeçilmez yapan buydu..
Ormanın içinde yükseldikçe, jeolojik yapıda bir değişim göze çarpmaya başladı. Ağaçların yanı sıra kaya parçaları da bu jeolojik yapının içinde yerini alıyor. Yani dağ kayalık bir yapıya büründü.. Aslında buna çam ağaçlarıyla kayaların dansının başladığına tanık olmaya başladık da diyebilirim... Ağaçlar ve kayalar öylesine içiçe geçmişler ki, gerçekten de büyülenmemek imkansız..
Karşılaştığımız bu jeolojik değişime pek şaşırmıyorum. Ne de olsa bana göre yeryüzünün en güzel dağlarından biri olan Latmos yani Beşparmak Dağları'nın uzantısında yer alıyoruz şu an...
Dağın yapısındaki bu değişimle birlikte, dik yamaçlar çoğalıyor. Bu dikliklerde bazen zorlansak da, zirveye yaklaşmış olma duygusundan dolayı hissetmiyoruz bile.. Üstelik zirvede bizi ''Aydaşı'' bekliyor... Yöre halkının Aydaşı diye isimlendirdiği bu taşa ulaşma isteğini artık iyice hissetmeye başlıyorum.. Nesnelere yakıştırılan isimlerden büyük bir keyif alan ben için, bu ulaşma beklentimi bir oyuna dönüştürmekte gecikmiyorum. Mutlaka diyorum, aya benzediği için bu ismi almış olmalı..
Önümüzdeki son dikliğe ulaştığımızda, çam ağaçlarını geride bırakmış oluyoruz. Daha doğrusu ağaçların sıkılığı azalıyor.. Artık zirveyi oluşturan kütleyi görebiliyoruz.. Devasa kaya parçalarını üst üste koymuşlar gibi gözüken bu kütlenin tepesini çıkmak için, sırt çantalarımızı bir ağaç dibine bırakıyoruz... Kayaların üzerinde zıplayarak en üstteki devasa tek parça kaya parçasına ulaşmaya çalışıyoruz. Aydaşı bu.. Küçük bir tırmanışın sonucunda Aydaşı'nın üstünde buluyorum kendimi.. Zirvedeyiz artık... Her yer gözlerimizin önüne adeta bir halı gibi seriliyor bu yükseltide.. Ne de olsa 1270 metre yükseklikteyiz.. Çomakdağ köyleri, Milas ve Aydın iline bağlı yerleşimleri kuş bakışı seyrediyorum bir süre...
Sonra dayanamayıp boylu boyunca uzanıyorum Aydaşı'nın üzerine.. İşte o an gökyüzü ile yalnız kalıyorum.. Sanki elimi uzatsam gökyüzünün maviliğini tutacakmışım hissine bürünüyorum... Gözlerimi kapatıyorum.. Aylı bir gecede buluyorum kendimi... Çoçukluğumuzun Aydede'sine bürünmüş hilale dönüşüyor ay... Elimi uzattığımda Aydede'yi yakalıyorum.. Adeta bir salıncağın güvencesinde sallıyor beni Aydede..
Sert bir rüzgar esintisiyle gözlerimi açıyorum.. Aşağıdan gelen 'Gidiyoruz' sözcüğüne uyarak toparlandığımda, hınzır bir gülümsemenin yüzüme sindiğini hissediyorum.. Ehh bulmuştum işte, bu devasa taşa neden Aydaşı denildiğini... Aydaşı'nın ismini aylı bir gecede bu taşa uzanmış bir kişinin isim babalığı yaptığını kendime o kadar inandırmış olmalıyım ki, kıskanmadan yapamıyorum.. Ama aylı bir gecede burada neden kamp kurulmasın diye düşünerek avunuyorum.. İçimde oynadığım bu oyunlardan habersiz olan yol arkadaşlarıma ulaştığımda, inişe geçmiş durumdayız.. Tekedağı'ndan inişimizi, geldiğimiz yönün aksi bir yönünden yapıyoruz. Çam ağaçlarının oluşturduğu yeşilin aksine, yeşilin her tonunu bünyesinde taşıyan bir eteğinden iniyoruz dağın.. Kekikler, karabaşotları, çam ağaçları, defneler, eğrelti otları, meşeler, makiler.... Hepsi o kadar içiçe girmiş durumda ki, patika yolun olmadığı yerlerde adeta yeşili yararak geçiyoruz..
Sabahleyin biraz kapalı olan hava, şimdi açıldıkça açılıyor.. Baharın bütün güzelliği gözlerimizin önüne seriliyor.. Papatyaların arasında görülen kaplumbağa, bir taşın üzerinde bizi seyreden kertenkele, hangi dala konması gerektiğini karar veremeyen kelebek, ürkütücü olmayan sesiyle uçuşan arılar.. Ve birbirleriyle yarışan kuşların sesi... Hangisine, hangi yöne bakacağımızı bilemenin şaşkınlığını yaşayarak sekiyoruz taşların üzerinden.. Bir süre sonra kıvrım, kıvrım yol alan dere boyunca ilerliyoruz.. Bazı yerlerde daralan bazı yerlerde kendine geniş yol bulan dere doğanın / baharın çizdiği resmi tamamlıyor. İnişin verdiği kolaylığa, doğanın çizdiği bu güzel resim eklenince yürüyüşün keyfine doyamıyoruz. Bütün bu güzelliklere, önüm sıra giden yol arkadaşlarımın keyifli sesleri eklenince T.S. Eliot'un ne demek istediğini daha iyi anlıyorum ''Nisan, ayların en gaddarıdır'' derken..
Yapraklarını dökmüş heybetli kestane ağaçlarının yoğunlaştığı bir bölgeye ulaşıyoruz. İki tarafını kestane ağaçlarının çevrelediği patika yolda yürümenin keyfine doyum olmuyor.. Patika yol, kestane ağaçlarının kuru yaprakları ile adeta yorgan gibi örtülmüş durumda.. Ve bu yorganın altında kozalak içindeki kestane meyvesini bulduğumuzda, çocukça seviniyoruz.. Kestane ağaçlarının varlığı, Atalan Yaylası'na geldiğimizin habercisi oluyor. Zaten biraz sonra, kayrak taşlarının istiflenmesi ile oluşmuş duvarların çizdiği 'harım'lar karşılayacak bizi.. Yani bahçeler... Atalan yaylası, Çomakdağ köylerinde yaşayanların yılın altı-yedi ayı kullandıkları bir yayla.. Bahçelerin içinde küçük yayla evleri görülebiliyor. Bu yayla evlerinin yıkık görüntüleri, yaylanın uzun süredir kullanılmadığı izlenimi veriyor. Buna rağmen her bahçenin duvarındaki ağaçtan yapılma, asma kilitli bahçe kapıları yaşam belirtilerinin işareti oluyor. Atalan Yaylası, gerçekten de güzel bir yayla..
Yayla evlerinin biraz ötesinde bulunduğunu bildiğimiz suya doğru gidiyoruz.. Kurumuş ama pelerin gibi açılmış görüntüsüyle görkeminden hiç bir şey kaybetmemiş olan çınar ağacının yanındaki suya ulaşıyoruz. Bir oluktan akan bu buz gibi suda boşalan mataralarımızı dolduruyoruz.. Kana kana suyumuzu içiyoruz.. Suyun sesini dinliyoruz. Sonra da gidiyoruz, o kadar.. Oysa bu suyun varlığının, yaylada yaşayanlar için önemini kavramam için bir kaç saat sonra Kızılağaç köyündeki bir eve konuk olmamız gerekiyormuş.. Kızılağaç Köyü'nün sokaklarını arşınlarken, Çomakdağ evlerini yakından görmeyi istediğimizi hissettirdiğimiz Abdullah abi ve ailesinin konuğu oluyoruz bir çay içimi.. Tüm içtenlikleriyle bizimle ilgilenen ailenin yetmişli yaşlarındaki anneleri Fatma teyze, yayladan geldiğimizi öğrenince heyecanlanıyor.. Bir süre yayladan konuşuyoruz.. Söz dönüp dolaşıp suya geliyor.. ''Koca Oluk mu?'' diyor Fatma teyze heyecandan iri iri açılmış gözleriyle.. İşte o an öğreniyoruz ki yöre halkının Koca Oluk diye isimlendirdiği suyun başındayız şu an.. Kimbilir ne telaşlara, ne sevdalara, ne kavgalara tanık olmuştu bu Koca Oluk.. Tıpkı oluğundan akıp giden su gibi, akıp giden hayatın içinde...
Atalan Yaylası'nı ardımızda bırakıp, patika yoldan devam ediyoruz. Uzun bir süredir dağdayız. Artık yörenin doğasını iyice içimize sindirmiş durumdayız. Sol tarafımızda rüzgar gülleri eşlik ediyor. Yani rüzgar enerjisinden elektrik üretilmesi amacıyla Milas'ta kurulan rüzgar santrali.. Bulunduğumuz noktadan çok rahat seçebiliyoruz rüzgar güllerini..
Karşımıza çıkan küçük bir çobanla selamlaşıyoruz. Tabi küçük çobanın, sevimli küçük çoban köpeğiyle de.. Bu kadar iyi yakışan bir ikili olamaz diye düşünmeden edemiyorum... Çiçeğe dönmüş armut ağaçlarını gördüğümüzde yolculuğumuzun sonu yaklaşıyor. Zaten biraz sonra da İkiztaş Köyü'nü oluşturan evler çıkacak karşımıza..
Yorgunluğumuzu hissedemiyecek kadar güzel bir bölgeyi ardımızda bırakıp, bizi bekliyen araca yöneliyoruz.
|