HÜZNÜN ŞARKISI Güneşin, oynak bir çingene gibi bir görünüp bir kaybolmasının ardından, kendini tamamen doğaya vermesiyle birlikte, karlar erimeye başladı. Köyümüzü ıslak bir toprak kokusu sardı. Köyün altındaki dere, dizginlerini koparmış bir at gibi gürül gürül akıyordu. Rengarenk küpelerini takmıştı bütün ağaçlar. Toprağın altındaki canlılar sabırsızlıkla yeryüzüne çıkacak vaktin gelmesini bekliyordu. Doruklardaki nergisler, köyün çocuklarını çağıran şarkılarını, rüzgarın uğultusuna ekleyip, usul usul salıyorlardı aşağılara. Doğa bütün coşkusuyla baharın gelişini selamlıyordu. Biz çocuklar ise, kahkahalarla eşlik ediyorduk doğanın selamına. Köydeki çocuklar içimde en çok Haticeyi severdim. Onunla sürekli oyunlar oynardık. Soğuk kış gecelerinde, sobanın kenarına oturup, öğrendiğimiz masalları anlatırdık birbirimize. Tahtadan atlara binip çok uzak ülkelere giderdik. Hayaller kurardık. Şarkılar söylerdik çığlık çığlığa. Hatice ile bir öğleden sonra, rüzgarın getirdiği davete dayanamayıp nergis toplamaya karar verdik. Şarkı söyleye söyleye yürümeye başladık dağlara doğru. Uzunca bir süre yürüdükten sonra büyülü doruklara ulaştık. İlk nergislerimizi afiyetle yedik. Baharın tadı sinmişti yapraklarına. Daha fazla toplamak için daha fazla yürüdük. Yürüdükçe köyden uzaklaştık. Uzaklaştıkça daha fazla nergis topladık. Nergislerin sayısı artıkça mekanı, zamanı ve doğayı unuttuk. Havada ki renk değişimini fark edemedik. Çok geçmeden yağmur yağmaya başladı. Telaşla sığınacak bir yerler aramaya başladık. Ama yağmur çok şiddetli yağıyordu. Nereye sığınsak damlalar işgal ediyordu. Hatice, korkunun içine yerleşmesine izin vermiyordu. Belki de çoktan yerleşmişti, küçücük yüreğinin derinliklerine, korku denen belirsizlik duygusu. O inatla şarkılar söylüyordu. Nergislerimizi bırakmadan sürekli yer değiştiriyorduk. Yağmur dindiğinde, damlalar vücudumuzda ıslanmadık yer bırakmamışlardı. Köye dönmeye karar verdik. O kadar çok yer değiştirmiştik ki, köyün hangi tarafta olduğuna bir türlü karar veremiyorduk. Kaybolmuştuk. Kaybolduğunu anladığında, “ olduğun yere otur ve bekle” diyor bir Kızılderili atasözü. Ama beklemeye vaktimiz yoktu. Hava kararmaya başlıyordu. Yola koyulup hızlı adımlarla yürümeye başladık. Köyümüze doğru yürüdüğümüze inanarak, yürüdük, yürüdük, yürüdük... Havanın kararmasıyla ıslak bedenimiz üşümeye başladı. Hatice, uzaklarda gördüğü ışıkları sevinçle gösterdi bana. Karanlıkta ilerleyen gemiler gibi ışığa doğru ilerledik. Küçük bedenlerimizin yorgunluğa yenik düşmesiyle, mola verdik. Büyük bir taşın altına girip oturduk. Üşümemek için birbirimize sarıldık. Bir süre sonra uyku, gözlerimizden bütün vücudumuza sızdı. Uyuduk. Uyandığımda evimdeydim, yatağımın içinde. Annem mutlu gözlerle bana bakıyordu. Bütün sevgisini kollarına vererek kucakladı beni. Babam ve kardeşlerim çok mutluydu. Herkes benimle ilgileniyordu. Annem en güzel yemeklerini yapıyordu. Babam yeni masallar anlatıyordu. Bir gün anneme eve nasıl geldiğimi sordum. Akşam olunca beni aramaya başlamışlar. Sonra Hatice’nin de olmadığını anlamışlar. Havanın kararmasıyla bütün köylü, ellerinde fenerlerle bizi aramaya başlamışlar. Komşu köyün yakınlarında bulmuşlar bizi. Günlerce yattım evde. Kardeşlerimden zatürre olduğumu öğrendim. Umursamadım. Evden dışarı çıkamamak beni çok üzüyordu. İyileşmeden çıkamazdım. Pencerenin önüne oturup köyün görünen yerlerine bakıyordum. Bir ay sonra annem dışarı çıkmama izin verdi. Temiz havayı, hastalıktan kurtulmuş ciğerlerimin içine çektim. Sokaklarda yürüdüm. Karlar tamamen erimişti. Doğa cıvıl cıvıldı. Hatice’yi görürüm diye sürekli yürüdüm. Evinin önüne gittim. Oturdum bekledim ama göremedim. Sonraki gün tekrar aradım, bulamadım. Anneme sordum kaçamak cevaplar verdi. Ertesi gün Hatice’nin evine gittim. Onunla konuşup öğrendiğim masalları anlatmak istiyordum. Kapıyı çaldım, annesi açtı. “Hatice evde mi?” diye sordum. “Yok” dedi. “Nerede?” dedim. Bana sarılıp ağlamaya başladı. “Seni ona götüreyim” dedi. Elimi tutup beni köyün mezarlığına götürdü. Kısa bir süre önce yapıldığı belli olan bir mezarı gösterdi. “Hatice burada yatıyor” dedi. Anlamadım. Nasıl anlayabilirdim ki? “Hatice öldü” dedi. O da zatürre olmuş, kurtaramamışlar. Üzülmemem için benden saklamışlar. Ölümün ne demek olduğunu, haftalarca Hatice’yi göremedikten sonra anladım. Ölüm, bir daha görememekti. Sarılamamaktı. Karşılıklı gülememekti. Seviyorum seni diyememekti. Şarkıların sessiz kalmasıydı. Anılarda yaşamaktı. Vicdan azabıydı. Keşkelerle dolu bir listeydi. Bir daha nergis yiyememekti. Her yağmur damlasında özlemekti. Güneşin altında üşümekti. Bir daha görememekti. O günden sonra öğrendiğim her masalı Hatice’ye anlattım. Her baharda doruklardan nergisler toplayıp ona sundum. Saatlerce konuştum onunla. Her yağmur damlasında özledim onu.
Şimdi her yağmurda Hatice’ye sarılıyorum. Her yağmurda hüzünlü ve ıslak şarkılar söylüyorum. Şimdi minik bir MASAL bekliyorum, elinden tutup doruklara gitmek için... Kenan TUNÇ |