.
 

Son 10 Yorum

 
 

Ziyaretçi İstatikleri

Bugün : 15
Toplam : 648108
 
 
MADRAN KAMPI ANISI ... ( H. Avni KUNDURACIOĞLU )  -  29.12.2010
.
.
 
 
 
         Tanrıça Athena bir gün dere kenarında keçiboynuzundan yaptığı kavalını çalarken,suya yansıyan yüzünü görünce irkilmiş.Kavalı çalarken şişen yanaklarıyla çirkinleştiğini fark edince,kızgınlıkla Olimpostan kavalı atmış.Raslantı sonucu kavalı bulan Marsyas, kısa sürede öyle güzel çalmaya başlamış ki ünü tüm Anadoluya yayılmış.Marsyas Bundan güzel müzik aleti olamaz.Tanrı Apollonun liri bile solda sıfır kalır. demeye başlamış.Keşke büyük konuşmasaymış.
     Apollon,yarışalım o zaman demiş.Marsyas kabul etmiş.Ancak Apollonun bir koşulu varmış,kazanan istediğini yapacak diye..Yarışmaya Frigya Kralı Midas ve Müzler (Sanat Perileri) hakem olmuş.Marsyas kavalıyla yanık ezgiler çalmış,Apollon lirini tıngırdatmış.Kral Midas Apollon da iyi çaldı,ama Marsyas daha iyi çaldı diyerek oyunu Marsyastan yana kullanmış.Müzler bir nevi patronları olan Apollona oy vermişler.
     İkinci tura Apollonun önerisiyle aletleri ters çalarak başlamışlar.Apollon aynı ezgiyi döktürmüş ama Marsyastan tek ezgi gelmemiş.Apollon kendisini galip ilan ederek,Marsyası bir mağaranın ağzında bulunan zeytin ağacına asıp diri diri derisini yüzmüş.Derisinide zeytin ağacına asmış.Derlerki,müzik tutkusu Marsyasın içine o kadar çok işlemişki dala asılı olan derisi bile rüzgarlara uyup inlemesini sürdürmüş.Kıskançlıktan deliye dönen Apollon,Midasıda cezalandırıp eşek kulaklı bir yaratık yapmış.Müzlerin yaptığı haksızlığa ve sanatçi Marsyasın acıklı sonuna üzülen Su Perileri ağlamışlar,ağlamışlar.Ve onların gözyaşlarından Marsyas Çayı yani bugünkü adıyla Çine Çayı oluşmuş.Çine Çayı bugün bile,gözyaşı gibi duru akar.Kıvrıla,kıvrıla akıp giden Çine Çayı,hele mayıs-eylül arasında zakkum çiçekleriyle bezeli görüntüsüyle büyüleyicidir.
     Tanrı Apollon yaptığına sonra çok pişman olmuş ama ne var ki iş işten geçmiş.Tanrı Apollonun kanı olarak bilinen zakkum çiçeğinin bu nehir boyunca güzellik vermiş olması,Apollonun çektiği vicdan azabının kanlı bir simgesimidir bilemiyorum.
     İşte şimdi,derin bir vadide kıvrıla kıvrıla giden Çine Çayının kenarından yol alıyoruz.Aracımızın içinde, zakkumların arasından nehri görmeye çalışıyoruz.Nedense en çok etkilendiğim mitolojik öykülerden biridir Marsyasın bu öyküsü..Aracın camından akıp giden suyun akışına dalmışken,aracımızın Eski çine ile Çine arasında sağa döndüğünü hissediyorum.Sarı yazın tüm güzelliğini barındıran kasım ayının içindeyiz.Kurban Bayramının yarattığı tatil boşluğunda Madran Dağına çıkmayı ve yayladaki elma bahçelerinde kamp kurmayı hedefliyoruz.
     Aylin,Nuriye abla,Osman abi,Şenol abi,Mustafa ve benden oluşan küçük ama coşkulu ekibimizin öncülüğünü yöreye bir kaç kez gelmiş olan Osman abi yapıyor.Sayımızın az olması,yürüyüş ve kamp ciddiyetimizi bozamıyacağı içinde artçımızda var;Mustafa..
     Çine karayolundan sağa dönen aracımız,toprak bir yolda ilerliyor.Dört kilometre sonra Yeniköye ulaşıyoruz.Zaten programımız Yeniköyden bir araçla Madran Dağındaki 1350 rakımlı Tahtacı Yaylasına çıkıp kamp kurmak..Yaylaya araçla çıkmayı özellikle belirledik.Çünkü yaylanın ilerisindeki pek çıkılmıyan 1650 rakımlı Madran Baba Türbesine çıkmayı hedeflediğimiz için,sınırlı olan süremizi en uygun şekilde değerlendirmek istiyoruz.Zaten ertesi günü araçla çıktığımız yolu yürüyerek ineceğiz.
     Ama şimdi Yeniköyün güzelliğinin tadını çıkarmak istiyoruz.Yeniköy, 1920 li yılların sonlarında Madran Dağında göçebe,yörük olarak yaşayan Türkmen boyu tahtacılarından bir kolun buraya gelip yerleşmesiyle oluşmuş.Açıkçası Yeniköyün de köy olarak,bütün köylerden farkı yok.Ama bu köyde yaşayanların içtenliği,canlılığı,konukseverliği,rahatlığı ve en önemlisi güven veren tavırları görülmeye değer..İşte şimdi onlardan biriyle kucaklaşıyoruz ; Hasan abi...Hıdır Çamın deyimiyle Tahtacı Hasan..
     Köy meydanında,bir düğün evindeyiz.Hasan abi düğüncü,yeğeninin düğünü var.Sevincine ortak olmak için, düğün yerinde bir süre kalıyoruz.Aslında aklımızda Madran Dağı var.Hasan abi,bütün telaşına rağmen bizi yalnız bırakmıyor.Bir yandan bize yemek masası kurulmasını sağlarken,öte yandan araçlarımıza uygun yer bulunması,dağa çıkacağımız aracı temin etmek gibi isteklerimizi kendine görev ediniyor.Ve bütün bunları,telaşsız davranışlarla çözümlemesini izlemek bile keyif veriyor.
     Madran Dağının soğuk gecesinde çadırda kalacak olmamızın yarattığı tedirginliği, Hasan abinin yüzündeki çizgilerde hissedebiliyoum.
     Elma kokuları içinde yayla evinde kalmak varken,çadırdamı kalınırmış diyerek yayladaki evinin anahtarını uzatırken,yüzüne yansıyan insana özgü bütün güzellikleri yakalama fırsatını kaçırmıyorum.
     Bizi Madrana çıkaracak aracın gelmesi ile birlikte heyecanlanıyoruz.Ertesi gün görüşmek üzere Hasan abi ve Yeniköylüler ile vedalaşıyoruz.Sırtçantalarımızla beraber araca yerleştiğimizde,artık biz bizeyiz.
     Minübüs önündeki toprak yoldan Madrana doğru tırmanmaya başlıyor.Zeytin ağaçları yolun iki yanını sarmış durumda..Bir noktadan sonra çam ağaçları yoğunlaşıyor.Sonra tamamen taş bir jeolojik yapı...derken tektük ağaçlar..yine çamlar..
Minübüsün bazen uçarak bazen ise sanki birileri itiyormuş gibisine yol aldığı coğrafyayı seyretmenin keyfini çıkarıyoruz.Yol aldığımız sürece,izlediğimiz perde sanki bizi her an bir başka sürpizle karşılaştıracakmış gibi oluyor.Bazen seyrek ağaçlar,bazen ise sık ormanlar..Ama en önemlisi ardımızdaki ufukta bıraktığımız slüet şeklindeki dağlar...Şu ne dağıydı,bu şu dağdı cümlelerimizi su kaynaklarının görüntüsü bölüyor.
     İşte yükseldikçe yükseldiğimiz noktadan gördüğümüz Çine ilçesi..Ufuktaki dağ slüeti çoğalıyor.Bir tanesi bize çok tanıdık geliyor,Beşparmak Dağlarını oluşturan tepelerden en yüksek olanı;Tekerlek Tepesi...
     Görkemli çınar ağaçları,solumuzda eşlik ediyor.Dökülmüş çınar yapraklarının görüntüsünün,bir şekilde beni hüzün denizine soktuğu bu ağacı görmek mutlu ediyor.Anlaşılan hüzün mevsimindeyim o an.
Minübüsten gelen hırıltılar,dik bir yamaçta olduğumuzu gösteriyor.Meyve ağaçları çoğaldı;şu kiraz,şu armut,şu elma,kestane şu ahlat..Yaylaya ulaştığımızı anlıyoruz.Ahşaptan yapılmış bir-iki yayla evini geçip boşlukta duruyor minübüs..Yaklaşık birbuçuk saat süren bir yolculukla ulaşmış oluyoruz yaylaya..Sırtçantalarımızı bugün bizim olacak olan Hasan abinin yayla evine doğru ilerliyoruz.
Bahçelere çekilen çitlerin oluşturduğu yoldan ilerliyoruz.Dağınık bir şekilde olmalarına karşın,tek katlı ya da ahşaptan yapılmış yayla evlerinin görüntüsü bir yerleşim yerindeyiz havasını veriyor.Ama bu mevsimde evlerde yaşam yok.Zaten tipi ve kar için evlerde alınmış önlemler dikkat çekiyor.Yani bacalar,ahşap evler naylonla kaplanmış.Her evin önünde düzenli bir şekilde istif edilmiş odunlar,ev sahiplerini bekliyor.Sanırım yaz mevsiminde ya da hasat döneminde yayla oldukça kalabalık ve keyifli olmalı..
     İki odadan oluşan yayla evimize ulaşıyoruz.İlk oda,içinde ocak olan şirin bir oda..Bu odanın içinden açılan ikinci odanın kapısını açmamızla birlikte,keskin bir elma kokusu karşılıyor bizi.Çünkü bu oda tepeleme olarak,düzenli bir şekilde dizilmiş elma kasaları ile dolu..Galiba köylüler bu yayla evlerini,elmaları için bir nevi buzhane olarak kullanıyorlar.Hasatta toplanıp eve istif edilen elmalar,pazar anı geldiğinde traktörlerle taşınıyor.Kamp çantalarımızı ilk odaya bırakıp,sırtçantalarımızla Madran babaya doğru yürüyüşe başlıyoruz.Ellerimizde elmalar ile böğürtlenlerin oluşturduğu patika yola dalıyoruz.
     Güzel ve güneşli bir hava olmasına karşın, zaman zaman yayla ayazı yoklamıyor değil.Yürüdükçe hem havaya alışıyoruz hem de yaylaya..Biraz sonra karşımıza çıkacak olan elma ağaçları hoş bir sürpiz sunacak bize..Zira mevsim gereği çıplak olan gövdelerinde taşıdıkları elmalar oldukça davetkar.Hasat anında yaprakların arasında saklanmış olan bazı elmalar,ağaç tamamen çıplaklaştığında ortaya çıkmış.İşte o elmalarda bize katık oluyor.Uzun bir süre,elma bahçelerinin oluştuğu eğimlerde yürüyoruz.. Şakalaşıyoruz, gülüyoruz, eğleniyoruz. Ellerimiz,ceplerimiz çeşit çeşit elma dolu..Deyim yerindeyse elma ile bütünleşmiş durumdayız ve oldukça keyifliyiz.
     Elma bahçelerinin bitimiyle beraber,ormana giriyoruz.Karaçam ağaçlarının oluşturduğu ormanda tek sıra yürümek zorunda kalıyoruz.Zira oldukça sık bir ormanın içindeyiz.Bazı noktalarında gökyüzünü görmekte zorlanıyoruz.Bir süre sonra bollaşan ışık,ormanın seyrekleştiğinin işareti oluyor.Nihayet ormandan çıkıyoruz.Ne zaman kaynak suyu ile karşılaşacağımız hiç belli olmuyor.Her an bir su kaynağı,bir şekilde önümüze çıkıyor.Zaten eğrelti otlarının çoğaldığını fark ettiğimizde,su kaynağına yakın olduğumuzu algılayabiliyoruz.
     Artık makilik bir alanda yürümeye başladık.Aştığımız her tepe bir başka tepenin varlığını sunuyor önümüze..Altında soluklanabileceğimiz bir ağaç aramaya başlıyoruz.Oldukça yüksek tempoda yaptığımız yürüyüş,buna gereksinim duyuruyor çünkü..
Bir süre önce binlerce ağacın oluşturduğu bir ormandan çıkan biz,şu an ağaç göremediğimiz bir alandayız.Neyse ki tepede görülen çam ağacı kurtarıcımız oluyor.Makilerden kurtuluyoruz.Bu duruma seviniyoruz doğrusu.Çünkü otlar hem yürüyüş tempomuzu düşürüyor,hem de boşluğun üstüne kapatarak düşme riski yaratıyor.Bu kez tam bir bozkırın içindeyiz.Biraz önce makilerden şikayet eden biz,şu an çırılçıplak bir arazide yürüyoruz.Gerçektende çok ilginç bir cografyada yürüdüğümüz konuşma konumuz oluyor hep..Uzaktan havlayan köpek sesi yaşam belirtisi oluyor.O yöne baktığımızda sürüyü görüyoruz.Bir de uzaktan el sallayan çobanın varlığını..Karşılıklı selamlaşarak yola devam ediyoruz.Acelemiz var zira ; hem ulaşmayı hedeflediğimiz tepedeki nesneyi/binayı/türbeyi arada bir görebiliyoruz hem de dönüşte gece karanlığına kalmak istemiyoruz.Aslında bu yönde pek endişemiz yok..Hatta öyle olacak diye içiten içe seviniyoruz bile..Zira bugün dolunay var.Ama en çok sevinen Aylin oluyor.Çünkü onun en büyük düşlerinden ve söylemlerinden biriydi, dolunayda ormanda yürümek...
     Ama daha çok var o düşün gerçekleşmesine.Zira içinde yürüdüğümüz boş arazi bitmek bilmiyor.Karşımıza çıkan evlerin görüntüsüyle şaşkınlığa düşüyoruz.Toprak damlı,kerpiç evlerin görüntüsü sanki bir film platosu gibi görünüyor gözümüze.Boş evlerin yazlağa çıkan çobanlara ait olduğunu düşünüp,yola devam ediyoruz.Derken devasa kaya parçaları ile karşılaşıyoruz.Sanki gökten özenle arazinin üzerine yerleştirilmiş kaya parçaları büyüleyici..Latmosun jeolojik yapısı karşımıza çıkmış oluyor.Şu bir kartala benziyor diyor Şenol abi,bu bir gemiye diye bir başka kayayı gösteriyor Mustafa..Orman yoluna ulaştığımızda hafif yorgunluk var.Ama merak,heyacan,ulaşma dürtüsü canlı kılyor.Nihayet uzaktan gördüğümüz binaya yaklaşıyoruz; Orman gözetleme kulesi bu..
Artık Madran Baba Türbesinin olduğu Madran Dağındayız.Yaklaşık oniki kilometrelik bir yürüyüşle tepeye ulaştığımızı söylüyor Osman abi..Ve şu an bulunduğumuz tepenin yüksekliği 1650 m.
     Geride bıraktığımız 12 km lik yolun yorgunluğunu,farklı coğrafyaların yarattığı şaşkınlığı çok kolay atlatıyoruz.Çünkü tepede esinti karşılıyor bizi..Hani bazen,kendimizi boşluğa bıraksak rüzgar götürecekmiş gibi hissederiz..İşte şu an o duygular içindeyiz.Tepede sadece esinti değil, muhteşem bir manzara da karşılıyor..Nazillli ve Bozdoğan ilçeleri görüntü alanımızın içinde..Birde dağlar....Ve bütün bu karşılamalar bizde yorgunluktan eser bırakmıyor.
     Madran Baba Türbesi biraz ilerimizde...Bu türbe Madran Dağı ile adeta bütünleşmiş gibi geliyor bana..Zira türbe ile ilgili aktarılan her söylencede, Madran Dağının izi mutlaka karşıma çıkıyor.
Madran,bağrından akıta geldiği kaynak sularıyla karpuz ve düşman çatlatırmış.Madran Baba bir yüce bilgeymiş.Gün boyu ufuklara bakar,doğayı dinler,düşünürmüş.Düşündüklerini yoğurup bırakırmış mayalanmaya.Doruktaki bulutlar önce onun saçlarını yalazlar,Deniz yeli onun sakalında eleklenir,tomurcuklar ona içini açar,dallar ona secde edermiş.O,börtü böcekle konuşur,çiçeklerden şifa sağar,onmayanları ondururmuş.Ufuklarca mavi gözleri,bulutlarca aklanmış saçları,çatlamış bakır rengi yüzüyle derin bir adammış.Bu kişi serin bir kişiymiş.Elindeki kar erimezmiş.
     Tepede daha fazla oyalanmıyoruz..Hem esintinin yarattığı üşümeyi daha fazla yaşamak istemiyoruz,hem de dönüş yolculuğunu gece karanlığına bırakmak istemiyoruz.Üstelik henüz ortalık gün ışığında olmasına rağmen, dolunay varlığını göstermiş durumda..Dolunayı arkamıza alıp,dönüş yolunda ilerliyoruz..Geldiğimiz yolu yani bizi şaşkınlıktan şaşkınlığa sokan farklı coğrafyaları,bu kez tersinden arşınlıyoruz..Tabi arada bir,ardımıza dönüp dolunayı bakmayı unutmuyoruz..
     Ormana ulaştığımızda, altı kişilik ekibimize Dolunay da katılıyor..Artık onun muhteşem ışığı ile aydınlanan ormanda yolumuzu buluyoruz.İşte o an, ay ışığının düştüğü yeşilin büründüğü tonlamanın anlatılamaz olduğunu fark ediyorum.Nihayet,yaylaya ulaşıyoruz.Uzaktaki bir evden gelen ışık,yaylada başka yaşamlarında olduğunun göstergesi oluyor.Bu gece konaklıyacağımız eve ulaştığımızda,kucaklarımızda odun ve kozalaklar bulunuyor.Zira hava oldukça soğumuş durumda..
     Nuriye ablanın odadaki ocağı yakmasıyla birlikte ısınıyoruz..Ateşin varlığı, yorgun bedenlerimize iyi geliyor.Nede olsa,beşbuçuk saatte 24 km yol yürüdük.
     Akşam,soframızda akıp gidiyor.Ve akşam akıp giderken; gidip geldiğimiz coğrafyanın büyüleyiciliği,Dolunayın ışıltısı,bir çoçuk gibi topladığımız elmalar,aniden önümüze çıkan kaynaklardan içtiğimiz madran suyu,Madran Baba türbesinde bizi uçuran rüzgar soframıza konuk oluyorlar..Kahkahalar,gülüşmeler,sohbetler odaya doluşuyor.Garip bir huzurun üzerimize sindiğinin farkındayız..Ve bu huzur,ruhlarımızı çıplaklaştırıyor.Arınmış ruh halimizden,oldukça memnun bir şekilde geceyi tüketiyoruz.Taşınabilir bir müzikçalardan gelen blues,işimizi daha da kolaylaştırıyor.Bir ara yıldızları ve dolunayı seyretmek için,odadan dışarı çıkıyoruz..Havanın oldukça soğumuş olduğunu,iliklerimize kadar üşüyünce anlıyoruz.Hemen odaya dönerek,ocaktaki ateşin ve birlikteliklerimizin sağladığı sıcaklığa sığınıyoruz. Ocaktaki kütüklerin çıtırdıyarak çıkardığı ateşin gölgesinde,dostluklarımızı perçinliyoruz.
     Gece ilerliyor.Müzikçalardan gelen Anita Wardellin büyüleyici sesi ocaktaki kütüğün ara sıra parlamasına bastırırken, uyku tulumunun içine iyice sokuluyorum.
     Uyandığımızda gün yeni ışıyordu.Dönüş vakti geldiğinde,evden ayrılıyoruz.Bir iki traktörün elma yüklemek için,yaylaya geldiğini görüyoruz.Biraz ilerideki evde,yaşlı bir çift bahçe işleri yapmaya çalışıyorlar..Sanırım dün gece ışık gördüğümüz ev bu..Traktördekiler ile de,bu yaşlı çiftlede ayak üstü sohbet ediyoruz.Biz neden yaylada olduğumuzu anlatmaya çalışıyoruz,onlarda yaylayı..Bir de elmayı..
Yaşlı çiftin keyifli halleri hepimizi etkiliyor.Yanlarından ayrılırken,hepimizin elinde elmalar var yine..Aslına bakarsanız,bir-iki elma ile kurtulduğumuza seviniyoruz.Zira o kadar ısrarcı davranıyorlarki,onları kırmadan yanlarından ayrılabilmenin ince çizgisini ancak bu şekilde aşabiliyoruz..
Yayladan ayrılıyoruz.
     Sabahleyin hafif kapalı olan hava,güneşin ışıklarına teslim oluyor.Pırıl,pırıl bir havada dağlardan aşağıya doğru süzülüyoruz.Açıkçası oldukça rahatız.Bu rahatlığıda Madrandaki keyifle geçirdiğimiz bir sürecin sağladığının farkındayız.İnişimizi,minübüsün geldiği yolun tam tersinden gerçekleştiriyoruz.Saatlerce kah çam ağaçlarının gölgesinde,kah kocaman kaya kütlelerinin önünde,kah derelerin içinde kah derelerin üzerinden sekerek yol alıyoruz.Daha kısa sürede Yeniköye ulaşabilecek olmamamıza karşın,yolu oldukça uzatıyoruz.Ve bu durumdan hiç şikayet etmiyoruz.Çünkü kendimize Madranın huzuruna teslim etmiş konumdayız.
Yol üzerinde sıklıkla çobanlarla karşılaşıyoruz.Mitolojideki Maryasın çobanların atası olduğu göz önüne alındığında,bu topraklarda karşılaştığımız her çobanın Maryas için dökülen gözyaşlarından oluşan Çine Çayını anımsatması kaçınılmaz oluyor.Elbette akan zaman,kavalın yerine başka teknolojik seçenekleri çobanlara sunsada..
     Aslında çobanlarla karşılaşmak,bizim için mola anlamına geliyor.Zira onlar uzun bir süre sonra yeni insanlarla karşılaşmanın şaşkınlığını yaşarken,bizde her çobanda başka bir dünya ile karşılaşmanın coşkusunu yaşıyoruz. Ayaküstü yaptığımız bu sohbetler,yorgun bedenlerimize iyi geliyor..
Bir süre sonra, kayrak taşlarından yapılmış çok eski mezarların oluşturduğu küçük bir mezarlığa ulaşıyoruz.Bu mezarların olduğu alanın üstündeki tepede Kerimanana Türbesi bulunuyor. Türbeye ulaştığımızda soluk soluğayız.Türbenin dik bir tepede olmasının yanısıra,geride bıraktığımız 9 kilometrelik yolunda payı var bu tükenişte..
     Şaşırtıcı derece temiz ve bakımlı bir türbe Kerimanana.. Türbenin bulunduğu tepede bizi karşılıyan esintinin,tatlı tatlı yüzümüze okşaması hoşumuza gidiyor.Ama fazla oyalanmıyoruz.
Yolda BODOSKlu arkadaşlarımızla karşılaşmamız hoş sürpiz oluyor.Onlar yukarıya doğru çıkarken,bizde aşağıya doğru iniyoruz.Cebimdeki son elmayı Hıdır abiye uzatıyorum.Bizim son elmamız,onların ilk elması oluyor böylelikle..Sanki yaylanın muhteşem güzelliğini paylaşmak için, el vermiş gibi hissediyorum kendimi..
     Yola devam ediyoruz..Çam ağaçlarını yerini,çınar ağaçları alıyor.Uzun bir süre keyifli şekilde yürüyoruz.Nihayet Yeniköy görülüyor.
     Köye yani Yeniköye ulaştığımızda,Hasan abilerin düğününü bıraktığımız gibi buluyoruz.Tek bir farkla..Dün ayrıldığımızda sabahın ışıklarının aydınlattığı meydanı,şimdi armut ampüllerin oluşturduğu dizilerden gelen sarı ışık aydınlatıyor.Bedenlerimizdeki yorgunluğu,Yeniköylülerin sıcaklığı ile hiç hissetmiyoruz.Gerçi bütün yorgunluğumuza karşın,içimize sinen huzur yüzlerimize yansıyor.
Yeniköylü genç arkadaşımız Dilek ile tanışmamız ise,Madranda geçirdiğimiz iki günümüze daha da anlam kazandırıyor.
Köy meydanındaki kalabalık düğün/balo alanına doğru giderken,biz de köyden ayrılıyoruz.
     Aydınlık yüzlü Dileki,babacan tavırlarıyla hep güven veren Hasan abiyi,gülümsemelerini hiç eksiltmiyen Yeniköylüleri, bir de muhteşem Madran Dağını geride bırakarak..

                Hüseyin Avni KUNDURACIOĞLU

 

 
Okunma Sayısı : 3937 | Yorum Yaz

|

Tavsiye Et

|

Facebook'ta Paylaş
 
.
Gönül Hastaoğlu  -  26.02.2013    11:01:23
.
Madran Dağı
Sayın Kunduracıoğlu, yazınızı heyecanla okudum. Çünkü iki gün önce ben de grubumla Madran dağında yürüdüm. Madran Baba Türbesini biz de ziyaret ettik. Manzara çok güzeldi. Kar yürüyüşümüzü biraz zorlaştırdı ama, o güzellikleri görmeye değdi doğrusu.Yazınızı okurken tekrar yürüdüm oralarda. Teşekkürler bu güzel anlatımınız için.
.
.
RIZA GÜL  -  29.12.2010    22:56:26
.
HIDIR, FOYAN ORTAYA ÇIKTI :))))
tam anlamdım ben, hıdır sen yok musun bu kampta?
.