" Derdimi sizlere dökeyim dağlar..."
BİR DAĞ ANISI
Gün kısa, güneş uzaklaşıyor, zaman daralıyordu.
Bir an önce kamp alanına ulaşmalıydık.
Diller, telefonlar, traktörler hiç susmadı.
Sonunda on iki can, gün batmadan ulaşabildik kamp alanına
Kamp yerlerinin vazgeçilmez ikilisidir; Su ve ateş
Köylüler, "Şelale yeri" diyordu kamp alanımıza
Sayısız su kaynakları fışkırıyordu dört bir yandan
Her gözenin tepesinde yapraklarıyla yeni vedalaşan dev çınar ağaçları
Ve tepemizde sisler arasında bir görünüp bir kaybolan zirve.
Zirve ile aramızdaki sarp yamaçları deniz mavisine çeviren yaşlı sedir ağaçları…
Alevler, karanlığa ve soğuğa inat, şaha kalkan atlar gibi tepemizden aşıyordu.
Yerden göğe yükselen kıvılcımlar, sanki yıldızlarla bütünleşecekti.
Gecenin soğukluğunu, dostluk ateşiyle ısıtmaya çalışıyordu on iki can
Onlar, asıl üşüyen yerin bedenler değil, yürekler ve beyinler olduğunu çok iyi biliyorlardı
Neydi onları bu soğuk zemheride karlı dağlara fırlatan?
Kim bilir belki bir umut, belki bir düş, belki bir arayış?
Sanki dostluklarla rakımlar arasında görünmeyen bir ilişki vardı
Sanki dostluk tohumları, alçaklarda, şehirlerde tutmuyordu
Sanki dört duvarlarda ki rahatlıkla, içindeki tutsaklık arasında gizli bir bağ vardı
Rüzgar, “ Ormanların gümbürtüsü ” nü fon müziği yapıyordu en duygulu şiirlere.
“Efkar dağıtma”ya hiç gerek yoktu. Efkar, çoktan dağıtılmıştı; Taaa çıkışta kentin çöplüğüne atılmıştı.
Dert yerine, halaylar çekiliyor; Ahlar yerine, türküler dökülüyordu dost dillerinde.
Gözlerimiz ve sevdalarımız gibi türkülerimiz de dağlara yönelikti.
Dağlar üzerine ne çok türkülerimiz varmış meğer. Kim bilir belki de dağları ve turnaları yok sayarsak öksüz kalırdı türkülerimiz.
Ateş, suskun ve küskün kalır mı?
Gözlerimle gördüm; Kaldı işte.
Ateş üşür mü?
Üşüdü işte uzayan zaman diliminde; Gözler yenik düşerken bir bir gecenin karanlığına.
Sesler, yerini zirveden esen acı bir poyraza; Bedenler, sıcaklığını soğuk bir ayaza bırakmıştı.
Her zamanki gibi geceyi sorgulayan, gecede yargılanan son tanık ve son sanıktım.
Doğuda ki iri yıldızlar, biraz daha yaklaştı tepeme
Dilimizde dökülen türküleri çoktan yeller almıştı.
Hiçbir şarkıya benzemiyordu gecenin sessizliği.
Saman yolunun altında yapaylınızdım
Gözlerim yedi kardeşlere takıldı; Bilinç altı olsa gerek, çaresizce onları kıskandım.
Bir adım daha yaklaştım ateşe
Isınmak için bir sağa, bir sola dönerken; bir yanım hep soğuktu.
Dedim ya, ateş üşümüştü.
Kalan rakıyı da çoktan bitirdim. Son yudumlarını tattım artık bir biranın
Oysa ben, ömrümce hiç alkol kullanmamıştım
Hani “ rakılar, meze bile olamazdı benim efkarıma”?
Neden içtim bu gece bu kadar?
Neden aklım göklerde yıldızlara takılı kaldı?
Yoksa bu yalnızlığım, biraz da alkolün etkisinden miydi?
Ondan mı erkenden uzaklaştı çevremdeki can dostlarım?
Gece zifir karanlık, kafam karmakarışıktı; Ama düşerimle bedenim daha da barışıktı.
Işık kullanmadan uzun bir tur attım etrafta.
Askeri okullarda gençliğimi hoyratça harcadığım gece eğitimlerini anımsadım.
Tek farkı o zamanlar silahımdı sırtımdaki yüküm, şimdi duygularım.
Çadıra yöneldim.
Şelaleye yakın olsun diye biraz daha öteye kurduğum çadırıma.
Zifir karanlıktı içerisi. Yıldızlar da yoktu artık
İnadım inattı ama; Çadırın içi de olsa ışık kullanmayacaktım bu gece
Bedenimi ve gözlerimi çadırın soğuk karanlığına fırlattım.
Sahi neden ışıksız bir geceyi tercih etmiştim bugün?
Oysa bir ışık uğruna, geçliğimi karanlık hücrelerde harcayan ben değil miydim?
Neden bu kadar dost oldum karanlıklarla ve alkole bu gece?
Neden uyku basmıyor yorgun gözlerimi?
Neydi beni bu soğuk zemheri gecesinde dağlara savuran muamma?
Yoksa ateş dile mi gelmişti? Kendini taştan taşa çalarken bir şeyler mi anlatmak istiyordu şelale?
Neden üşüyen bedenim, barışık değildi uyku tulumumla?
Neden kulaklarım hep cep telefonumun suskunluğuna tutsaktı?
Neden ellerim daha çok üşüyordu?
Neden suskun ve dilsiz yatıyordum Akdağlar’ın koynunda?
Neden karanlıklara gömdüm apak düşlerimi?
Ve neden yapayalnızdım altı milyar insan arasında
Hem de DOĞUM GÜNÜMDE … ( 17 Aralık 2006 )
|