“Ah derdini dökemeyen diller oy…”
Özal döneminde başlatılan
"YİRMİ YIL SONRAYA MEKTUP KAMPANYASI"
ve
Gölgesine gizlenmiş gizli bir aşkın öyküsü...
MEKTUP
“ Ya mektup ulaşmadıysa? Ya da başkasının eline geçtiyse? ” diye kendisini sorguladı; Ama bu saatten sonra yapabileceği hiçbir şey yoktu.
On dokuz yılın özlemiydi bu. Gönül yelkenleri, çoktan mutluluk deryasına açılmıştı. Düşünmek bile istemiyordu ötesini.
On dört saattir yollardaydı; Yaklaşık bir saatlik yolu daha vardı.
Otobüs, sık çamların arasında yol alırken solda ki Sandras Dağı’nın son karları gözlerine ilişti.
Daha dün gibiydi yirmi yıl öncesi. Sanki kanatlanmış zirveden zirveye uçuyorlardı. Kartal Gölü’nün soğuk suları bile söndürememişti yüreklerinde ki gizli korları.
Kimbilir belki de mutlulukla rakımlar arasında gizli bir bağ vardı. Ondan dolayı köhnemiş kentlerde tutunamıyordu mutluluk; Ondan dolayı rakımlarla kök salıp, dağlarda boyatıyordu.
Her şey bir düş gibiydi; Ya da yaşam gerçekten bir düştü?
Buraları terk edip gitmeseydi daha mı iyi olurdu?
İlişkileri açığa çıksaydı, kim nasıl yorum yapacaktı?
Kime, nasıl anlatacaklardı bu kutsal, büyük ve yasak ilişkiyi?
Günahını, sevabını kimler, hangi kutsal kitabın, hangi terazisiyle tartacaklardı?
Kim yargılayacak, hüküm verecek, ya da kim hak verecekti onlara?
Yok yok en iyisini yapmıştı. En iyisi buraları terk etmekti. Bir de kazasız belasız mektup eline geçtiyse?
Ne güzel akıl etmişti Özal, “ Yirmi Yıl Sonrasına Mektup Kampanyası”nı.
Yirmi yıl sonra Sınırsızlık Meydanı’nda, heykelin önünde buluşmak! Ne büyük bir heyecan, ne büyük bir çelişki, ne büyük bir mutluluk?
Yirmi yıl? Dile kolay. Kim bilir neler değişmiştir? Kesin saçlarına aklar düşmüştür. Boyatmaz da; Ak saçlar, daha da yakışmıştır nur yüzüne.
Keşke verdiği sözde bu kadar direnmeseydi; Arada bir de olsa arasaydı, sorsaydı.
Yok yok o zaman buraları terk etmenin ne anlamı vardı? Daha büyük umutlar bağlar, daha büyük acılar çeker, hiç kopamazlardı.
Konuşacakları o kadar çok konu vardı ki yarım güne sığdırmaları mümkün değildi; Yola çıkmadan güneşin saat 19.13 de batacağını bile hesaba katmıştı.
Zaman, korkuların ve törelerin kıskacındaydı.
Ama olsun, O nu görmesi, yanında olması, ellerinden tutması bile bir ömre değerdi.
Otobüs, hırçın bir vadide tırmanırken sol tarafta ki tabelada “Geyik Kanyonu”, sağdakinde “Muğla 30 KM” yazıyordu.
***
“ Hoş geldin Amca, ben Gülnaz’ın kızıyım ” dedi genç kız, elindeki çiçeği yaşlı adama uzatırken.
Adam, neye uğradığına şaşırdı. Anında ter bastı her yanını. Çiçeği kızın ellerinden aldı; Yanında ki banka oturdu. Bir şeyler söylemek istedi yutkundu, konuşamadı…
Sözü yeniden yanına oturan genç kız aldı:
“ Amca senin mektubun benim elime geçti. Annemi, geçen kış kanserden kaybettik. Akciğer kanseriydi. Babam ve kardeşlerim dahil bu konuyu benden başka bilen yok.”
Yaşlı adam, genç kızın üzerine devrildi hiçbir şey sormadan hüngür hüngür ağlamaya başladı. Çevrede gelip geçenler garip gözlerle olanları izliyordu.
Genç kızın gözleri doldu, konuşamadı, yaşlı amcaya sarıldı; Hıçkırıkları, hıçkırıklarına karıştı.
Yaklaşık on dakika sessizce gözyaşlarıyla birbirlerine sarılıp kaldılar
Sonra sözü yeniden genç kız aldı “ Benim adım Hasret amca; En küçükleri benim. Sen, bu mektubu postaya verdiğinde ben daha dünyada yokmuşum. Mektupta anladığım kadarıyla annemle yasak bir aşk ilişkisi yaşamış ve çelişkilere dayanamayıp terk etmişsin buraları.
Annem, hep mutsuzdu; Dalgın ve unutkandı.
Doktorlar, hastalığın düşünceden, üzüntüden olabileceğini söylemişlerdi.
Nedense hiçbir tedaviyi kabullenmedi. Sanki ölümün aşığı olmuştu. Son yıllarda ağızsız, dilsiz sessizce ölümü bekledi.
Babam, hep noksanlığı başka yerlerden arayıp “ Saray gibi evde oturuyorsun, Neyin eksik, neden mutsuzsun?” diye annemi azarlardı.
Bir keresinde bir fotoğrafa bakıp ağlarken görmüştüm. Beni görünce yüzü kızardı, heyecanlandı, fotoğrafı saklamaya çalıştı. Çalıştı ama sonunda buldum; Zaten seni de o fotoğraftan tanıdım.
Bunun üzerine bir de mektubunu okuyunca daha çok şok oldum.
Annemin başka bir insanı sevebileceği aklımın ucundan bile geçmezdi.
Mektubunda “ Gelemezsem öldüğümü bil ” demişsin ama demek ki annemin ölebileceğini hiç aklından bile geçirmemişsin.
Bizim de hiç aklımızdan geçmezdi Amca. Annem, her şeyi içine atmıştı. Bazen küser, günlerce kimseyle konuşmazdı.
Mektubu geçen ay postacı getirdi. Hem de Sevgililer Gününde. Ben, evde yalınızdım. Okuyunca dünyam değişti; O kadar içten ve o kadar duygulu yazmışsın ki, Annem, bir kez daha büyüdü gözlerimde; Tabi sen de.
Yirmi yıl öncesinde randevuyu neden bugüne verdiğini de yeni anladım. Annem, yaşasaydı bugün tam elli bir yaşına basmış olacaktı.
Benim adımı annem koymuş; Hem de babama karşı bayağı direnerek.
Amcacığım bu dostluk, bu sır benimle devam edebilir; Eğer kabul edersen tabi. En azında annemin anılarını yaşatmış oluruz. Bir de senin gözünde annemi dinlemek, annemi tanımak, annemi yaşamak istiyorum tabi ”
Adam, hıçkırıklara boğulmuş, ter içindeydi. Gömleğinin düğmesini çözmeye çalıştı, başaramadı. Yeleğinin cebinde bir ilaç çıkardı, yutmaya çalıştı, elinde kaldı. Oturduğu banktan tutunamadı, kucağında ki çiçeklerle birlikte çimlerin üzerine devrildi.
Çevredekiler başına birikti. İçlerinden biri “ Kalp, 118, ambülans” diye bağırmaya başladı.
Bir diğeri, nabzını yokluyordu; Takım elbiseli, kravatlıydı. Dakikalar sonra doğruldu, genç kızın saçlarını okşayarak “ Baban nefes alamıyor, geç kalmışız kızım; Başın sağ olsun” dedi.
|