Bir gök gürledi, bir yıldırım patladı kadının yüreğinin tam ortasında
KADIN RUHU
BİR TÖRE, BİR CİNAYET ve ACI BİR GERÇEK !
Erkek, yeni doğmuş gibiydi; Başı göklerde, sevinçten uçuyordu.
Artık günleri çok kısaydı; Geceleri de.
Düşleri, zaten günlerinin gölgesinde kalmıştı.
Zaman, boynuna dolanmış, ucunu kaçırdığı kör bir düğümdü.
İlk kez fark etti bahçesinde sevişen kumruları.
Ne güzel ötüşüyordu yavru serçeler.
Hele o akşam sefası, sanki adamı deli etmek için mi açıyordu ak çiçeklerini?
Yaşamında üç ay öncesinde başlamıştı milat.
Bir fay hattı kırılmıştı
Kırk üç yıllık ömrünü ikiye bölmüştü.
Üç aydan öncekiler, üç aydan sonrakiler.
Üç aydan önce kaç yıl yaşamıştı? Üç aydan sonra kaç yıl?
“Yok yok” dedi “Elmayla armudu karıştırmamak gerek.
öncesi yaşlanmak, sonrası yaşamak.”
Kadın, kadındı üç aydan beri.
Kendisini yeni tanıyordu.
Bedenlerdeki beş tat alma organını kör gözler saymış.
Ne beşi, ne on beşi? Çamdan bal damlar gibiydi dört bir yanı.
Artık yalınız da değildi. Bir yanı daha vardı.
İlk kez öte yanıyla buluşup, öte yanıyla dertleşip, öte yanıyla sevişiyordu on altı yıldan beri.
İnanamıyordu yaşadıklarına.
Mutluluk bu kadar yakın mıydı?
Bu kadar kolay mıydı “ Tamam, bekle hemen geliyorum” diyebilmek?
Bu kadar mı uyumluydu bedeni beyniyle?
Yüreğinden dört yana savrulan duygular bu kadar mı hafifti?
Ya boşa geçen onca ömür?
Yarın, tükenmişti erkeğin maarif takviminde.
Dünün üzerine zaten kalın bir çizgi çekilmişti.
Bugüne takılı kalmıştı akrepler, yelkovanlar.
Zaman, bir kapıyı çarpıp çıkmakla, ikinci bir kapıyı çalıp girmek arasına gizlenmişti.
İşini, alacaklarını, hesaplarını, arkadaşlarını düşündükçe gülesi geliyordu.
Sahi ne anlamsız bir deryada çırpınmıştı on yıllar boyu.
İyi ki boğulmadan…..
Kadın, tüm komşularını unutmuştu.
Söküp atası geliyordu telefonun, kapının zillerini.
Kaçmaya ve kavuşmaya endekslemişti tüm günlerini.
Zaten tek gün vardı. Tek doğru, tek yön, tek durak, tek dost; Çift canlı, tek beden…
Ya korku?
Sahi korku yoktu ortalıkta.
Korku kimden korkup, nerelere gizlenmişti?
Ya korkunun dalları? Eşi, akrabaları, komşuları, çocukları…?
Hayır hayır gün düşünme günü değildi.
Felekten değil,Tanrı’dan çalıyordu bu kutsal zamanı.
Hem Tanrı’dan da korkmuyordu artık.
“O’nun da hoşuna gider, O’ da sever” diyordu.
Çünkü o yazmış; o vermiş o yaratmış, o istemişti…
Erkek, “Hoş gelir sefa gelir ölüm” diyordu “senin yolunda”.
Kadın, bir kez tatmıştı ölümsüzlük şarabından.
Ölümü çoktan öldürmüştü ölümsüz yüreğinde.
Ya gerçekler?
Yüreğin bir adım ötesi?
Dünya aynı yöne, zaman düne dönüyordu.
Gözler ve töreler kara bir buluta yüklenmişti.
Gökler gürlüyordu.
Ölüm ha yağdı, ha yağacaktı.
İlk damlalar erkeğin bostanına düştü.
Artık düş bitmişti; Uyandı.
Anında siliverdi yaşadıklarını, verdiği sözleri ve üç aylık miladı beyninde.
Yüreği ve aşkı, bir kez daha yenik düşmüştü korkuya.
Set germeye başladı töre dalgalarına.
Hayır dedi, yalan dedi, iftira dedi, olamaz dedi. Ben ki dedi…
Demesine çok şeyler dedi, ama artık her şey çok geçti.
Her zaman ki gibi gözler ve sözler galip gelmişti.
İşte tanık, işte fotoğraf, işte belgeler, işte telefonlar…
Erkek sustu.
Erkek düşündü.
Erkek, son umut diye dalgalı kirli erkeklik deryasına daldı.
Kulaç attı, çırpınmaya başladı.
Toz dumanlar arasında kara bulutlara yükleyip, bir haber gönderdi hemcinsine, “ Sen de orospuna sahip çıksaydın” diye.
Yer, utandı, yorgun düştü, durdu, dönmedi bir daha.
Güneş karardı.
Zaman, yıldızlara gizlendi.
Yıldızlar, karanlıklara kaydı bir bir.
Toprak, kahrından çatladı.
Söz, söze yüklendi. Söz, tez yayıldı. En son kadının kulağına vardı.
Bir gök gürledi, bir yıldırım patladı kadının yüreğinin tam ortasında.
Erkek öldü.
Töre gereği.
Tek kurşunla verdi canını.
Şimdi ruhuna fatiha yazıyor mezar taşında.
Kadın kayıp.
Nerede?
Yaşıyor mu?
Öldü mü?
Öldürüldü mü?
Ne gören var, ne bilen.
Yıllar sonra öğrendim.
Bir tanıdık anlattı.
Kadının yaşarken öldüğünü; Hem de toz duman arasında, erkeğin, kara bulutlara yüklediği söz yıldırımıyla…
|