“ Seyyah oldum şu alemi gezerim
Bir dost bulamadım gün akşam oldu…”
DOST ve DOSTLUK ÜZERİNE
“Dostluk” üzerine yakılmış ne kadar çok, ne kadar güzel, ne kadar duygulu türkülerimiz var.
Pir Sultan, “ Sensiz dünya malın neyleyim dostum…”
Şah Hatayi, “ Dost dosttan ayrılmayınca/ Dost kadrini bilmez imiş…”
Kul Hümmet “ Bir dost bulamadım gün akşam oldu…”
Erzurumlu Emrah, “ Dost hayali serden gitmez/Gezsem alemi alemi…”
Muhlis Akarsu, “ Bugün dost yaralanmış/ Yine gönlüm hoş değil…”
Ve Sefil Selimi, “ Bütün dünya senin olsun/ Bir dost, bir post yeter bana…” der.
Al bir o kadar da siir. Dost arayan, dost kokan.
Yunus’un “Arar idim dün-ü gün/ Buldum ise ne oldu…” demesi gibi, dost bulduğunu sananların, hayal kırıklığına uğraması da bir başka acı gerçek.
Abdurrahim Karakoç’un ünlü Mihriban şiirinin devamında “ Önce naz, sonra söz ve sonra hile/ Sevilen, sevenini düşürür dile/ Seneler, asırlar değişse bile/ Eski töre bozulmuyor Mihriban” diye sitemde bulunması gibi.
Dostluğun ve maalesef ihanetlerin tarihi, aşkın ve insanlığın tarihiyle başlar ve günümüze kadar uzanır; Ne yazık ki düş kırıklığı ve ihanetler, geleceğe daha gür kök salacağa benziyor.
Dostluk, biraz da arayanın ve arananın çakışmadığı altlı-üstlü zıt yönlü geçitlere benzer. Peki bir gün yollar çakışırsa?
Örneğin Mecnun, Leyla’sına kavuşsaydı ne olurdu?
Yapacakları kavgaları bir yana bırakalım, kesinlikle Mecnun’da Mecnunluğun; Leyla’dan da Leylalığın izi bile kalmazdı.
Dostluk, sınırlı zaman ve mekan dilimi içerisinde boy atan fidana benzer. Ekmezsen, sulamazsan, bakmazsan kısacası emek vermezsen kurur gider.
Nazım, bir şiirinde, “ Dostluk, ağaca benzer, kurudu mu yeşermez bir daha…” der. Bir başka şiirinde, “ Tahir, ne kaybederdi Tahirliğinden Zühre’yi hiç sevmeseydi… ? ” diye bu büyük sırrı o da bize sorar.
Evet işin püf noktası burada olsa gerek.
İnsan kendi Mecnun’unu ya da Leyla’sını kendi beyninde kendisi devleştiriyor gibi. Geriye bir tapınmak kalıyor. Ona da zaten hazırız. Nelere tapınmadık ki bu güne kadar asırlar boyu?
Belki de seven insan, sevdiğinin reel varlığından çok, beyninde ve yüreğinde oluşturduğu sanal varlığına tapıyor.
Dost özlemleri, dost arayışları, açlık gibi, susuzluk gibi bir ruh boşluğunu doyuruyor.
Bu arayış, buluş ve tükeniş yaşamla birlikte devam eder. Belki de yaşamı, “ Dost özleyip, arayıp, bulduğumuz ve sonunda kaybedip hayal kırıklarına uğradığımız zaman dilimidir” diye de tanımlayabiliriz.
İnsan, genelde var olanı değil de olması gerekeni daha çok server.
Ya da elinde paket bir dost kalıbıyla gezer her dönen, her yerde.
O kalıbı giydirebileceği birilerini arar ve bulduğuna inanır zaman zaman.
Ama gerçekten aranan dost bulunmuş mudur? Yoksa kalıp, içindeki gizli insanı daha da gizlemiş midir? Tüm umutlar, düşler, arayışlar bedenden soyutlanıp bir nesneye, bir kılıfa mı yüklenmiştir?
Ve gün gelir bu kalıp, kılıfıyla birlikte dev gibi önümüze devrilir. Umutlar, bir kez daha yerlere ya da yellere savrulur.
Koca Veysel, “ Eğlenecek yer bulamam/ Gönlümde ki köşk olmazsa…” diyerek bu kalıbı kendi yüreğine yerleştirir; Yakışırda. Buna karşın yine de dostlarından umudunu kesmeyerek, “ Murat yalan, ölüm gerçek/dostlar beni hatırlasın…” demesini de bilmiştir.
Ne acı ki onca dost arayışına, dost özlemine “ Beyhude dolandım, boşa yoruldum/ Benim sadık yarim kara topraktır…” diyerek son noktayı kor.
Durup dururken nereden aklıma geldi de yazdım bunları?
Doğrusu ben de bilmiyorum.
Kim bilir belki gizli bir arayış, buluş ya da kaybedişin bilinçaltına yansımasıdır.
Kim bilir ?
|