“ Kara tren de yol alıyor Cürek’ten
Oturdum bir of çektim ben de yürekten…”
YOLCULUKLAR
Yaşam, meçhul bir yolculuktur; Doğumla ölüm arasında uzanan uzun, ince bir yolda.
Çocukluk yıllarımda, Koca Veysel’in, “ Gidiyorum gündüz gece” dizelerine hiç aklım ermezdi.
Büyüdükçe bu uzun yolun sonrasını da öğrendim; Artık ölüm yoktu bizim kitabımızda; Sonrası göçmekti ya da Hakka yürümekti.
Ama benim asıl değinmek istediğim konu, yolculukların dünü ve bugünü.
***
İlk uzun yolculuğum, Divriği-İstanbul arasında kara trenle ya da o zaman ki ismiyle postayla olurdu; Yaklaşık iki gün sürerdi.
Kara trenimiz, kara bahtlı insanları yüklenip, simsiyah dumanlarla ve ürkütücü bir gürültüyle, öfkeli bir aslan gibi kayardı kapkara rayların üzerinde diyardan diyara.
Karanlık tüneller dumanlarla dolar, yüzlerimiz, gözlerimiz simsiyah is kesilirdi.
Biletlerde numara kavramı henüz yoktu. Altı kişilik üçüncü mevkii kompartımanlar, kimi zaman iki, üç katı yük ve insan taşırdı.
Vagonlar, tıklım tıklım olurdu.
Her birimiz ayrı duraklarda binerdik, her birimiz eldik; Yokluk, tutkal gibi yapıştırırdı bizleri birbirimize; Kimliklerimiz yoktu, hepimiz birdik.
Soğuk gecelerde birbirimize sokulurduk. Başlar, omuzlara düşerken, düşlerimizi ekerdik karanlık gecelerde ay gibi parlayan upuzun raylara.
Bir destan sesi boğardı kompartımaları. Kimi gün askerden dönmeyen bir gencin, kimi gün doğumdan ölen gelinin ağıdıydı.
Boyundan asılı pikapta yanık sesi, mumlu kâğıtlara yazılmış sözleri dolanırdı üç beş kuruşluk delikli paralarla elden ele, dilden dile.
En çocuksu, en duru şiirleri hep bu yolculuklar yazdırdı bana.
Bu yolculuklarda tanıdım Anadolu’yu istasyon istasyon, adım adım.
Bu yolculuklarda gözlerim tırmandı Erciyes’in buzul karlarına; Bu yolculuklarda gözlerim düştü Kızıl ırmağın soğuk sularına.
İki günlük azığım, bezlerde sarılıydı. Bezlerde sarılıydı sulandırılmış yufka ekmeğim, kuru soğanım, kavrulmuş patatesim ve haşlanmış üç beş yumurtam.
Ben, yüreğim gibi açardım soframı; Amcaları teyzeleri buyur ederdim.
Onlar, saçlarımı okşar, öyküler anlatır; Onlar, unuttururdu bana açlığın ve yetimliğin acısını…
***
Uçak tıklım tıklımdı, görevlileri saymazsak tam iki yüz kırk üç nefes.
Uçak bir tabuttu sanki, ne bir merhaba, ne bir gülüş, ne bir ses.
Uçak tıklım tıklımdı. Gazetemi yanıma almış, bulmacanın çözümüne dalmıştım.
Elimden düşen kalemi yerden alıp bana uzatmıştı altı, yedi yaşlarında dünyalar güzeli bir kız çocuğu.
Çok büyük bir azar yedi annesinden altı yedi yaşlarında dünyalar güzeli bir kız çocuğu.
Çocuk, yaptığına bir anlam veremiyordu. Bir bana, bir annesine bakıyordu. Önümüzde ki ekranda dolar yükseliyor, borsa inip kalkıyordu. Altımızda Susurluk, kimseler görmeden mahçup mahçup akıyordu.
Kapadım gazeteyi, yumdum gözlerimi. Bu bulmaca, ne soldan sağa, ne yukarıdan aşağıyaydı.
Bunun adı, bunun çözümü yoktu, bu cehennemlik bir kordu; Bunun çözümü cehennemden de zordu.
Sessizliği kaptan pilot bozdu, “ Dokuz bin rakım, eksi kırk dört derece sıcaklık” diyordu.
Ya yürek soğukluğu? Onu kim ölçecekti?
Çocuk, yaşadığına bir anlam veremiyor, hala bir bana, bir annesine bakıyordu. Önümüzde ki ekranda dolar yükseliyor, borsa inip kalkıyordu; Gözlerim bulutlara, bulutlar gözlerime akıyordu…
Uçak, tıklım tıklımdı, görevlileri saymazsak tam iki yüz kırk üç nefes.
Uçak bir tabuttu sanki ne bir merhaba, ne bir gülüş, ne bir ses.
Gözlerime bulutlar çarpıyor, gözlerim dalıyordu
Gözlerim canlı tanıktı; Gözlerimin hiç suçu günahı yoktu
Gözlerim yaşarmış, gözlerim oluktu
Gözlerim hiç büyümemiş, gözlerim, hala kara trende çocuktu
Kim bilir belki de yaşam gözlerime gizlenmiş meçhul bir yolculuktu?
|