“ Ben, türküyüm; türkü, benim
Türkülere dönük yönün
Türküdür kitabım, dinim
Türkülerim, türkülerim…”
H.Ç.
TÜRKÜLER ve BEN
Türküler ve Ben;
Su ve toprak; ağaç ve yaprak gibi iç içe büyüdüm.
Çocukluğuma ait fazla ipucu yok, zamana yenik düşen silik hafızamda.
Ama hala kayıklarım yüzmekte Fırat kenarlarında; Hala ellerim madımak toplar Sivas Yaylalarında; Ve hala “Eğin dedikleri küçük bir şehir” benim gözlerimde.
Radyoyla ilk tanışmamızda, hep “Uzun dalgayı açın” derdim büyüklerime.
Benim çocuksu beynimde, uzun dalga, uzun havaydı!
Sanki uzun dalgayla Erzurum Dağları konacaktı kucaklarıma. Sanki daha sonraki yıllarımda gençliğimi zincirlediğim, kışlalar dolup dolup boşalacaktı göz yaşlarımda.
Sadece Ankara ve Erzurum Radyolarıydı çok rahatça dinleyebildiğimiz.
Bir de Anamın dinlediği, orta dalgada Kürtçe yayın yapan Erivan Radyosu vardı. Anam, yanık türküler çıktıkça hep göz yaşlarına boğulurdu. Kürtçe bilmeyen Babam, önce O’nu azarlar, sonra bir köşeye çekilir O da göz yaşlarına boğulurdu.
Ali Ekber’i, Aşık Veysel’i, Sofya Radyosu’ndaki Mahzuni’yi saz tellerine bir vuruşlarından tanırdım.
Günlük Radyo program akışlarını, can kulağıyla dinlerdim. Hangi saatte hangi sanatçılardan türküler var diye.
Ve o saatte ne açlık, ne oyunlar, ne de gezmeye düşkün küçük ayaklarım beni esir alabilirdi. O saatte ben, radyonun başında türkülerin esiriydim.
Sabahlarımı süsleyen “Günaydın” programı vardı ki tadı hala kulaklarımda.
Bir de akşam ajanslarından önce Ümit Kaftancıoğlu’nun hazırlayıp, sunduğu “Türkülerin Dili”; O kadar sade, o kadar yalındı ki. Sanki o dil, bir türlü dönmeyen dilimin diliydi, Anamın, Babamın diliydi.
Koca Veysel’in, Mahmut Erdal’ın, Ali Ekber’in, Daimi’nin, Davut Sulari’nin, Gülabi’nin, Can Etili’nin ve daha nice sanatçıların delisiydim artık. Türkülerle büyüyordum ay ay, yıl yıl.
Ne acı ki Mahzuni, İhsani, Şah Turna gibi bir çok ozanımızın sesleri daha uzaklarda, kısa dalgada yabancı radyoların Türkçe yayınlarından ulaşıyordu kulaklarıma.
Doğduğum dağ köyü, sırtını Baydığın’a dayamıştı. Sola dönsem yanık Çamşığı türküleri, sağa dönsem bir o kadar içli Arguvan havaları.
Din, kitap, peygamber yoktu o diyarlarda, o rakımlarda. Rehberimiz ozanlar, deyişler ve türkülerimizdi.
Nesimi yüzülmüş, Pir Sultan asılmış mıydı gerçekten? Eğer doğruysa dağlarda ki bu kutsal izler kimlere aitti?
Türkü sözleri, bir ayetti bizler için.
Mahzuni, “Çadır yerimizde otlar/ Bitti artık gelme deli ” derken kime şifre yolluyordu? Ya da “ Erim erim eriyesin…” demekle kimleri yerin dibine sokup çıkarıyordu?
İhsani’nin mektubu, neler yazıyordu, kimlere yazılmıştı?
Ali İzzet, “ Musa, Tevrat’a hak dedi/ Firavun, aslı yok dedi/ İsa, İncil’e bak dedi/ Sonradan bu Kuran nedir? ” derken dört kitabı dört satırla nasıl yerden yere vuruyordu?
Ozanla saz arasındaki ilişkiyi, anayla bebe arasındaki kutsal ilişkiye benzetip “Bebe gibi kollarımda yaylattım” diyebilmek; Ya da yaşamı bir kumaş parçasına benzetip ayrılık sonrası “Ömrüm orta yerden sökülür gider” diyebilmek ne büyük tanımlamalar
İnsanın kendisiyle barışık olmasını, “ Eğlenecek yer bulamam/ Gönlümdeki köşk olmazsa…” diyerek iki satırla bu kadar yalın ve bu kadar anlamlı hangi sosyolog anlatabilirdi?
Ya da dinlerin bu kadar büyük, kutsal ve korkutucu tanımladığı Tanrı’yı neredeyse mahalle muhtarı düzeyine indirgeyerek “İnanmazsan git Allah’a sor beni” diyebilmek?
Ve gözleri, bakışları mühürleyebilmek; Bakışlardaki fermanı okuyabilmek. “Mühür gözlüm” diyebilmek?
Gah Tanrı’laşıp göklere çıkmak. Gah “Öyle Sırat köprüsünden geçmekse/ Akar boz bulanık sele giderim…” diyerek dinlere kafa tutmak!
O kadar yoğrulmuştum ki türkülerle radyodan bir kez dinlemekle türkülerin sözleri akıldan kalır mı? İnanılması güç ama kalıyordu işte. Hem de ezgisiyle birlikte.
Yıllar sonra en görkemli resmi giysilerimle, en büyük kentin, en lüks caddelerinde, çok farlı düşlerle gezinirken “Senin tutunacak dalın mı kaldı?” diyen türkünün sözleriyle nasıl çırılçıplak kaldığımı, nasıl Baydığın’ın tepesine savrulduğumu ve bir Temmuz gecesi nasıl üşüdüğümü, yüreğimin nasıl imlik imlik söküldüğünü bir ben bilirim.
Baktım olacak gibi değil. Türküler beni boğmadan, ben izlerini süreyim dedim türkülerin. Dupduru gözelerini aradım. Grundig marka eski bir teybimle köylere koyuldum. Yaşlı nenelerden, emmilerden türküler, maniler, ağıtlar, deyişler dinledim; Arşivimi süsledim nakış nakış.
Seksen darbesinde, ben tutsaktım artık. Ne acı ki tüm arşivimle birlikte o güzelim türkülerim, kasetlerim ve şiirlerim de yanıp dumanlara karışmıştı; Hem de düşmanın gözleri değip kirlenmesin diye bir dost eliyle.
Arşivimi dumanlara, beni de doğduğum topraklara savurmuştu darbenin yelleri. Bir kez daha özlem giderdim dağlarımla, türkülerimle.
Aradan onca zaman geçti. Yıllar yılları kovdu, yollar yolları. Türkülerle güç kazandım, türkülerle büyüdüm. Türkülerimle devirdim yarım asırı, devrilmeden.
Şimdi dönüp arkaya baktığımda ben de şaşkınım, ben de bilmiyorum “Gurbet ne yana düşer, sıla ne yana…? ”
Ama emin olduğum tek şey. Türküler hep bana düşer. Hem de yüreğimin tam ortasına.
|