NEDEN HARİTACI OLDUM?
Sahi ben neden haritacı oldum?
İlginç bir soru; Hiç aklıma gelmemişti on yıllar boyu.
Kim bilir belki de bilinç altı bir yaşam yolculuğuydu beni bu günlere, bu dağlara, bu mesleğe sürükleyen.
Bu yolda ilk adımı ne zaman, nerede, nasıl atmıştım? Bu yolculuk nereden başlayıp, nereye uzanıyordu?
……
Hafızamda kalan yaşamıma ait ilk kırıntılar, beni yaklaşık iki bin rakımlı bir dağın kuzey eteklerine kadar sürüklüyor.
Ellerimiz, ayaklarımız, yüzlerimiz, gözlerimiz çamurdandı. Kirlenmeyen sadece umutlarımız, küçücük beyinlerimiz ve tertemiz yüreklerimiz kalmıştı.
Anamın ninnileri, yetmiyordu açlığımı avutmaya. O ninniler ki, hep yel olup uçardı eşik aralarında ki poyrazın soğuklarına karışıp.
Tüm dünyamız bir göz mesafesine gizlenmişti. Dağlar, meşeler, vadiler ve ardından yine dağlar…
Ablamın gelin gittiği köy, o uzak dağlardan daha da ötedeydi. Aramızda ayıların, kurtların cirit attığı keçi yollarından başka hiçbir iz yoktu.
İnsan, ayaklarıyla değil, yüreğiyle aşarmış dağları, tepeleri. Bunun okulu yoktu. Daha çocuksu yaşımda kollar yerine, yollara ve dağlara savurmuştum bakımsız, cılız bedenimi.
……
Sonrası yine bir dağ yamacıydı. Ama bu kez ayağımın altına buram buram emek kokan küçük bir maden kenti vardı.
Derelerin alabalıklarıyla; Kayaların incir ve üzümleriyle tanışmıştık. Gözlerimizi, ceplerimizi dolduran incirler, üzümler, aluçlar, ya midelerimize kadar ulaşamıyordu; Ya da ulaşıyordu da açlığımızı yenmeye yetmiyordu.
Karda keklik nasıl avlanır? Hangi iz, insanı nereye sürükler? Hangi kar, ne zaman çiğ yapar? Ölüm, hangi havalarda gizlidir? Kayalar, insanı nasıl saklar…? Aç ve kör gözlerimizle çoktan uzmanı olmuştuk doğanın.
Belki de farkına varmadan Koca Ozan’ın tanımladığı “Topraktan öğrenip, kitapsız bilenlerdik”
…..
Yol devam ediyordu.
Ayağımın altındaki küçük kent kaymış, dev bir metropol tepeme binmişti.
Askeri Okullardaydım artık.
Branş dediler… Kurmay olmak da, Paşa olmak da; Haritacı olup geldiğim dağlara geri dönmek de vardı önümde.
Benim, yolum ve yönüm hep dağlara dönüktü. Kimi saf dedi. Kimi şandan, şöhretten habersiz olduğumu anlatmaya çalıştı.
Ama ben kararımı çoktan vermiştim. Hafif olmak, kuş gibi uçmak, geldiğim dağlara geri dönmek istiyordum.
Döndüm de. Dağları seçtim. Haritacı Subaydım artık.
…..
Yıllar yılları kovdu. O yollar da yar olmadı bana. Çok gizli ölüm haritaları çizmek ve dağlara işaretlemek! Çok zor ve çok acıydı benim için.
Dadaloğlu’ndan, Köroğlu’ndan bu yana Emir Komutanın, buyrukların bu dağlarda yeşermediğini yaşayarak öğrendim.
Aynı dağlara barışın nirengisini atmak neden olmasın dedim; Ve aralarına dostluk, kardeşlik, özgürlük poligonları döşemek! Aklıma yattı da.
Çok geçmeden yollar çatallaştı bu meslekle. Artık güzergahlarımız çok daha farklıydı.
Önce resmi düşüncelerimi attım beynimde. Sonra da zorunlu olarak sırtımdaki elbiseleri, omuzlarımda ki yıldızları.
…..
Ama yolculuk bitmemişti daha. Belki de yeni başlamıştı.
Dilimde ki askeri marşların yerini barış türküleri almıştı.
Ver elini Harita Mühendisliği
Vur kendini yeniden dağlara…
Öyle de güzel uydu ki Mecnun’la Leyla; Yağmurla bulut gibi
Haritacılık, dağlar ve ben.
Dedim ya aradan yaklaşık yarım asır geçmiş. Yüksek bir dağın zirvesinde çadırdaydım geçen ay. Her şeyden uzak ve kendime çok çok yakınken ilk kez kafama takılmıştı.
Sahi ben neden haritacı oldum?
|