Gerçekten biz miydik o acıları çeken?
Yoksa her şey bir yalan, bir düş müydü?
Yalansa, düşse hafızam nerede şimdi ?
Bunca acı, bunca bedelin ardından
Böyle bir ülke mi bırakacaktık
çocuklarımıza, torunlarımıza...? !
MUĞLALI ONBAŞI
( Bir darbe anısı )
Yıl dokuz yüz seksen iki, aylardan Marttı.
Henüz yirmi dört yaşındaydım; Tutsak bedenim, dev gibi umutlarıyla birlikte üç dört adımlık bir hücreye sıkıştırılmıştı.
Oysa öyle deli, öyle dolu yaşamıştım ki gençlik yıllarımı. Dar geliyordu gezgin ayaklarıma o büyük metropol; Bir ucundan bir ucuna sanki bir adımdı Başkent.
Doğan güneşi karşılar, batanı uğurlardım. Saklambaç oynardım koca bir şehirde, hangi taşı kaldırsalar altında vardım.
Delisi olmuştum yağmurun, karın ve de bulutların. Cemreyle toprağa düşer, kardelenlerle boy atardım.
Türkülerin, deyişlerin, şiirlerin avcısıydı kulaklarım. Bir değmeye, bir tutunmaya görsün, bant gibi kaydeder bir daha bırakmazdı.
Her ne kadar sevdadan yana topallasa da yüreğim, töre gereği hiç ödün vermedim düşüncemden, kavgamdan ve de delikanlılıkta; Ser bir yana, sır bir yanaydı.
Eh ne de olsa demir dağlarında ölüm ve emek kokan hırçın bir şehrin kıraç topraklarında boyatmıştım.
O maden ocaklarında bizlere “ Dürüstlüğü ve insan olmanın onurunu” miras bırakmıştı babam son nefesinde.
***
Dedim ya yıl dokuz yüz seksen iki, aylardan Marttı.
Hücremde tecritteydim. Soğuktan, açlıktan ve susuzluktan dudaklarım ve damaklarım çatlamış, idrar ve dışkımdan kan geliyordu.
Günde bir çeyrek kuru ekmeğin ne anlama geldiğini yaşayarak öğreniyordum.
Yaralı damaklarımla kuru ekmeği parçalamak, atomu parçalamaktan daha da zordu.
Sonunda “ Mümkünse ekmeği ıslayıp getirebilir misin?” diyebildim nöbetçi askere.
Artık konumumuz ve saflarımız da değişmişti.
Omuzlarımda ki sarı yıldızların yerini beynimdeki kızıl yıldızlar almıştı. Nöbetçi asker, komutan; Ben, tutsak bir subaydım; Hem de yaklaşık kırk gündür ışık yüzü görmeyen kör bir hücrede.
İnsan, seslerin uzmanı olur mu? Olmuştum bile.
Ayak sesleri nöbetçi subayın mı, nöbetçi erin mi? Sorguya taşınan yaralı bir yoldaşın mı? Görmeden de sezebiliyordum.
Sadece günleri karıştırmıştım; Eski hesaba göre Mart dokuzu ya çıkmıştı ya da çıkmasına çok az kalmıştı.
Islak beton, buz gibi soğuktu. Hücremde dört duvardan öte hiçbir şey yoktu.
Saatler geçmişti. Asker, geri dönmemişti. Kuru ekmek de gitmişti.
Sanki ölüm, açlığın gölgesine sığınmıştı.
Bir ayı çoktan devirmiştim; açlıktan bir deri, bir kemik kalmıştım ama hala sorgularımda Yıldız Dağı, Erciyes gibi dimdiktim.
Tek umudum, kırk beş günlük gözaltı süresiydi. Eğer kayıtlara doğru geçtiysem yakında sürem dolacaktı. Ardından da sonu meçhul yeni bir yolculuk başlayacaktı.
Yani her şey Atilla İlhan’ın “Sisler Bulvarı” gibi meçhuldü.
Ama o an açlıktan başka hiçbir şey düşünemiyordum. Kendi ellerimle askere verdiğim çeyrek kuru bir ekmekti gözlerimden tüten.
Askere sövmekten ve kendimi yargılamaktan başka yapabileceğim hiç bir şey yoktu.
Akşam ilerlemiş, karanlık hücrem körelmiş, gözlerimin feri sönmek üzereydi.
Demir kapı, sertçe açıldı. Aynı asker, girdi içeri. Bir gazete kağıdı uzattı. Yelden söz kaçırırcasına “ Yanlış anlama. Ben, senin gibi düşünmüyorum. Düşünceni hiç sevmiyorum. Ama bu bir insanlık görevi. Çabuk ye ve gazeteyi geri ver ” gibisinden bir şeyler söyledi.
Şaşkındım; Önce hiçbir şey anlamadım. Sonra elimde ki köfte ekmeğin kokusu sardı hücremin dört bir yanını; Yanında bir de ayran.
Bir an için göz göze geldik askerle. Nedendir bilmiyorum anında yaşardı gözlerim. Köfteyle birlikte bir umut kokusu yayıldı hücreme insana özgü. Sevinçten askere sarılıp doyasıya ağlamak geçti içimden.
Gazeteyi almayı bile unutarak tez gitti, tez kayboldu karanlık gözlerimden.
Sonradan öğrendim, Muğlalı bir onbaşıymış.
Aradan tam otuz iki yıl geçti. Muğlalı Onbaşı’nın o korku kokan, insan kokan gözleri hala gözlerimde bir mühür gibi durur.
Otuz yıldır Muğla’dayım. Her kalabalıkta bir çift göz arar gözlerim; Elinde yarım ekmek arası sıcak köftesiyle insan kokan sıcak bir çift göz.
|