“ Dağlar dağımdır benim
Dert ortağımdır benim…”
Tam on bir yıl önce,
2003 de on dört arkadaşla yaptığımız
bir AKDAĞ kampında tuttuğum notlardan…
YOLDA
Onları, dağın tepesinde ilk karşılayan yaşlı ardıçların arasında saklambaç oynarcasına, bir görünüp, bir kaybolan dolunay olmuştu.
Her şey o kadar büyüleyici, o kadar güzeldi ki. Diller suskundu. Herkes, her şeyi unutmuş, bedenlerini gecenin kucağına çoktan teslim etmişlerdi.
Uzun kıvrımlardan sonra arabalar inişe başlamıştı ki “Bir su içelim mi? ” dedi içlerinden en genç olanı.
Çeşme, yolun sağındaydı. Üç arabanın durmasıyla birlikte, içlerinin boşalması da bir oldu.
Onlar, kent kaçkını toplam on dört kişiydi. Sanki su, bir bahaneydi. En gençleri dahil arabadan inenler, suyu çoktan unutmuşlardı. Önlerinde yılan gibi uzanan asfalt yoldan başka terk ettikleri kentlere ait hiçbir iz kalmamıştı dünyalarında.
Hedeflerini ve nedenlerini bilmeden garip sesler çıkartarak, inadına ve çıldırasıya bağırıyordu ikisi. Hangi dilden, hangi yöne, kimeydi öfkeleri ya da sevinçleri? O da belli değildi.
Ay, tepelerine konacak gibiydi. Belirli belirsiz Elmalı’nın ışıkları, göz kırpıyordu yıldızlar gibi aşağıdaki ovada.
Yerden bir taş alıp fırlattı hedefini bilmeden ve yönünü görmeden içlerinden biri. Kim bilir belki de hedef, bir taş atımından çok çok uzaklardaydı?
Bir diğeri, insanlara inat, ya da dostluklara hasretçesine, dolunayı çağırıyordu boş kollarını göklere açarak.
Gözler, geceye bir radar gibi kilitlenmişti; Kiminin karlı dağlara, kiminin ki yaşlı ardıç ağaçlarına.
Beyinler ve yürekler, kirli bir yaşamdan kaçarcasına, hep daha öteleri düşlüyordu.
Nedense dakikalardan sonra içlerinden biri niye durduklarını sordu.
Sahi neden durmuşlardı? Gece çoktan yarılanmış, daha önlerinde en az iki saatlik yolları vardı.
KAMPDA
Niye erkenden uyumuşlardı ki sanki. Çoğu, hemen yanlarında akan dereyi görememiş, bir yudum suyundan bile içememişti.
Yanına bir şişe şarap alarak, çadırlardan uzaklaştı içlerinden biri. Ardından iki kişi onu izledi. Üç çift gözle, Gömbe’ye bir kartal gibi tepeden bakıyorlardı.
Uçar Su’yun sesi, gece sessizliğini yırtıp onlara kadar ulaşıyordu. Ay, ardıç ağaçlarından kurtulmuş, Akdağ’ın karlı yamaçlarına yenik düşmek üzereydi.
“Bu tarafa gelin, bu kayanın altı rüzgar almaz” dedi içlerinden biri. Diğeri soğuğa inat, ya da hasretçesine, kayanın üzerine çıkıp yönünü rüzgara çevirdi.
İki yudum şarapla, kendi dünyasına daldı içlerinden biri. Neden uyumuştu ki diğerleri? Düşlerinde tadabilecekler miydi bu güzellikleri? Düşler yetebilecek miydi soğuk gecelerini ısıtmaya?
Ayın altında nasıl da parlıyordu karşı yamaçlarda tipilerden arda kalan kar yığınları. Nazım’ın bir şiiri geldi aklına, Kuvayi Milliye Destanı’ndan. Nedense sonra da Orhan Veli’nin “Boyuna da yoksulluktan söz edilmez ya…” dizelerini anımsadı; Sustu.
Gecenin çılgını Uçarsu’yun susacağı yoktu. Ne güzel can veriyordu kar suları Elmalı Ovası’na. İnsan ömrü de su gibi miydi acaba? Bir gözeden, bir ovaya, ya da göle, deryaya, denize mi ulaşıyordu? Kimi gün köpüklü, kimi gün durgun.
Şarap şişesi, çoktan yarılanmıştı. Diller pek konuşmayı sevmiyordu.
İçlerinden biri erken yenik düştü soğuk geceye. “Ben gidiyorum” demesiyle birlikte gözden kaybolması da bir oldu.
Onunla gelen bayan arkadaşı da takıldı arkasına.
Doğrusu da buydu. Bir erkek ve bir kadın, ikisinin baş başa kalması uygun olmazdı gecenin bu saatinde, hem de bu dağlar başında.
Önce o da onayladı bu gerekçeyi bu gidişleri; İyi geceler diledi her ikisine de.
Şarabın etkisinde kalmış olacak ki sonradan kafasına takıldı dev gibi çelişkiler.
Sahi doğru olan bu muydu? Neydi bu insanları kentlerden bu dağlara savuran özlemler ya da ortak yön? İnsanlar bu cinsiyet farklılıklarını ve kendilerinden ağır kimliklerini fırlatıp atamazlar mıydı terk ettikleri kentlerin çöplüklerine?
Dünyada ki üç milyar insan, hep kuşkuyla mı bakacaktı kendisinden olmayan diğer cinsten üç milyara?
Ya da altı milyarda bir olsun güvenebilecekleri, sığınabilecekleri, duvarların ötesinde buluşa bilecekleri kimseler olmayacak mıydı hiç?
Bir kaç öksürük sesi duyuldu en yakın çadırda.
Kimdi acaba? Neden gidip soramıyordu? Fazladan uyku tulumu vardı yanında, onu verebilirdi. Ama nasıl yapabilecekti bunu. Ya öksüren bir bayansa? Nasıl varacaktı o çadıra gecenin bu saatinde? Nasıl çalacaktı kapısını? Nasıl yorumlayacaktı görenler, duyanlar...?
Şarap etkisini göstermiş gibiydi, kafası karışıktı. Bir kağıt kalem çıkardı cebinden. Bir şeyler karalamak istedi. Daha ilk cümlesinde dolunay, Akdağ’ın ardına gizlenerek son noktayı koydu bile.
Artık her tarafı, Akdağ’ın karanlıkları sarmıştı, umutları gibi.
Dağlarla bütünleşen bir Urfa türküsü mırıldanarak çadırının yoluna koyuldu.
ZİRVEDE
Tam sekiz saat olmuştu yollara koyulalı. Karlı dağları aşarak gelmişlerdi üç binli rakımlara. Zaman zaman zorlandıkları da oldu, dik ve karlı yamaçlarda. Ama zoru başarmışlardı. Artık her şey onlara uzak ve tatlı bir anıydı. On dört kişiyle, üç binli zirvedeydiler.
Biri yaklaşık dört yıl öncesini anımsadı. Farklı şehirlerden gelen farklı dağcılarla çıkmıştı aynı zirveye. Yanındakiler kimdi? Çoğunu tanımıyordu bile. Oysa ne kadar da yakındı onlara; Birbirilerine komşu tepeler gibi.
“ Rakımlar besliyor olmalı ” dedi dostlukları. Boş yere yakılmamış bu kadar yanık ve güzel türküler dağlar üzerine.
Hızını alamamıştı gençlerden biri. Zirveye ilk çıkan olmayı planlamıştı günler öncesinde. Her gördüğü tepeye ilk ulaşan O olmuş, ama görünen hiç bir tepenin zirve olmadığını çok geçmeden O da anlamıştı.
Dağcılık kurallara uymuyordu bu yaptıkları. Herkes yadırgamış ve yargılamıştı.
O da biliyordu yaptığı yanlışı, ama gel gör ki şairin, “Ya bir yanıma ben beni anlatamıyorum, ya da bir yanım beni anlamıyor” demesi gibi bir şeydi ondaki özlem.
En gençleri öğrenciydi henüz. İlk fırsatta arkadaşlarına anlatacaktı; ama nasıl? Bazı şeyler vardır anlatılmaz, yaşanır sadece. Bu da onun gibi bir şeydi. Gecenin üçü, ay ışığı, coşkun sular, zorlu ve karlı dağlar….
Karanlık sokaklarda bile ürken, adressiz ve numarasız hiç bir hedefe ulaşamayan yüreklere ve beyinlere nasıl anlatacaktı bunu? Ya da onlar nasıl anlayacaktı?
Bir diğeri, kendini ve bedenini yeni tanıyordu. Demek ki diyordu bunun ötesi de olabilir. Evet, gitmeliyim daha uzaklara, daha yükseklere gitmeliyim.
Yemeklerin tadı da bir başkaydı o rakımlarda. Dost sofrasıydı ortada kurulan. “ Zeytini, üzümü hep beraber yiyebilmek…” dediği gibi bir şeydi Koca Ozanın.
“Dönelim mi arkadaşlar? ” dedi görevli.
Diller sustu. Kimse içten bir sesle dönelim diyemiyordu. Kimse kendine biçilen rolü oynamak istemiyordu köhnemiş kentlerde.
Ne güzeldi insanın kendisini dinlemesi, kendisini tanıması bu dağların sessizliğinde. Ne güzeldi bir zeytin tanesini paylaşmak bir dostun elinden.
Diller sustu. Lodos poyraza döndü. Güneş kayboldu, Kara bir bulut bürüdü Akdağ’ın zirvesini.
Görevli tekrar seslendi “Dönelim arkadaşlar, hava bozuyor ”
Birinin boğazında düğümlendi sözler, ama hiçbir şey diyemedi. Aşağıdaki ovaya çevirdi yüzünü. Bir Su Çıkan Yayla’sına, bir de dağlara baktı. Aradığı neydi bu karlı dağlar başında? Yanındakiler kimlerdi? Aşağılara indikçe dostluklar, duygular kar gibi eriyecek miydi? Bir hüzün çöktü yüreğine, bir türkü mırıldandı sessizce
“ Şehirler bana bir tuzak / İnsan sohbetleri yasak / Uzak durun, benden uzak / Benim meskenim dağlardır, dağlar…”
|