.
 

Son 10 Yorum

 
 

Ziyaretçi İstatikleri

Bugün : 97
Toplam : 622472
 
 
TEKERLEK TEPESİ'NDE KAMP...  -  25.10.2010
.
.

Beşparmak Dağları'nın zirvesinde iki gün;
 
               TEKERLEK TEPESİ'NDE KAMP...
 

 
Parlak ayın çevresinde sayısız yıldız
rüzgârsızken duru gökyüzü
nasıl yanarsa ışıl ışıl.
Bütün doruklar, sivri kayalar ve çayırlar
nasıl serilirse göz önüne
gökler yırtılıp da açılır.
tekmil yıldızlar görünür.
ferahlar yüreği çobanın…
 
                          HOMEROS 
 
 
  
Bafa Gölü'nün kıyısında konuşlanan Kapıkırı Köyü'ne gittiğinizde, sizi Beşparmak Dağları karşılar. Eski çağda Latmos Dağı olarak tanımlanan Beşparmak Dağları sarp ve etkileyici görüntüsüyle büyüleyicidir. Beş tepesini göğe doğru uzatmış gibi görülen Beşparmak Dağları'nın en yüksek tepesi Tekerlek Tepesi'dir.1375 metre yüksekliğindeki Tekerlek Tepesi, civar bölgenin en yüksek tepesi olmasının yanı sıra Beşparmak Dağları'nın da kalbi olarak kabul edilir.
Milas Doruk Dağcılık olarak, bu hafta sonu Tekerlek Tepesi'nde kamp kurmayı düşlüyoruz. Bodrum Doğa Sporları Klübü(BODOSK) ile ortaklaşa düzenleyeceğimiz bu etkinliğin, bir nevi Kapıkırı-Heraklia Kültür Şenliği'ne dönüşmesini istiyoruz. İstanbul'dan,Didim'den,İzmir'den gelecek arkadaşlarla birlikte Kapıkırı Köyü'nün gençlerinin de olacağı bu sürecin heyecanını günler öncesinden yaşamaya başlıyoruz. Öyle ya tarih boyunca insanlığa sığınak olmuş olan Latmos Dağları, bizlere de ev sahipliği yapacak.
30 nisan cuma günü Milas'tan Kapıkırı Köyü'ne doğru hareket ettiğimizde  saatlerimiz 18.30 u gösteriyordu.Sırt çantalarımız,çadırlar,matlar,azıklar ve en önemlisi biz, Beşparmak Dağları ile buluşmaya hazırdık artık. Araçlarımızın hareket etmesiyle birlikte, günler öncesinden başlayan heyecanımız azalacağına daha da artmıştı. İzmir karayolunda seyir halindeyken, Bafa Beldesi'ne ulaşmamızla birlikte araçlarımızın yönünü ''Kapıkırı 10 km'' yazan sarı tabelanın işaret ettiği yöne çeviriyoruz.Biraz sonra sol tarafta Bafa Gölü karşılıyor bizi.Bir iki sakarmeke kuşunun göle batıp çıkışına tanık olurken, sağ taraftaki zeytin ağaçlarına doğru uçan leylek dikkatimizi o yöne çeviriyor.İşte o an Beşparmak Dağları ile karşılaşıyorum.Sanki ilk kez görüyormuşçasına büyüleniyorum.Sanki birileri kaya parçalarını üst üste koymuş gibi görülen jeolojik oluşumun, sizi fantastik bir dünyanın içine sokmaması imkansız.. Halikarnas Balıkçısı da Beşparmak Dağları'nı ilk kez gördüğünde bu fantastik dünyanın içine girmekten kendini alamadığını paylaşır ''Mavi Sürgün'' kitabında;
'' Derken otobüsümüz birdenbire yeryüzünden ayrıldı.Evet,tekerlek yeryüzüne dayanarak dönüyor ve otobüste şangırtı şungurtuyla ilerliyordu.Ama burası,işte yaban halinden tutunuz da,en uysal ve en yumuşak haline kadar dünya diye bildiğimiz yerin dışında ve o yerin tamamen yabancısı bir alem,taş kesilmiş bir yabanlık okyanusu. Şurada kaya parçalarının ızbandudu,kodamanı olan bir kaya parçası bir gözü kör,bir gulyabani gibi tek gözüyle bize ters ters bakıyor,orada bir dev anası,cami kubbesi boylu tonlarca ağırlığındaki bir taş memesini kaldırmış,otobüsümüz geçerken  onunla vurup,koca taşıt aracını sinekmiş gibi ezmeye hazırlanıyor.Tepede bir devin slüeti göklere ağız açmış,sanki anırıyorken taşlaşmış...Burada paldır küldür yıkılmış,tekinsiz ve şom bir dünya,bir kabus,bir delilik var.Taşlar tımarhane kaçkını devler...Yeryüzü yırtılmış,parçalanmış...''
Balıkçı'nın yazdıklarına yeni ilaveler yapabilmek için, bir kartala benzeyen kaya parçasının pençesinde ne tuttuğunu kavramaya çalışırken,aracın önünde oturan Selahattin'in sesiyle kendime geliyorum; ''Aslında'' diyor '' şu kalıntının yanında durup,günbatımında gölün fotoğrafını çekmek lazım Hüseyin''
Her şeyi fotoğraf gözü ile görecek kadar fotoğraf sevdalısı olan Selahattin'in gösterdiği yere baktığımda manastır ile karşılaşıyorum.Yerleşim yerine yaklaştığımızı fark ediyorum.Köşedeki zeytin ağaçlarını dönünce,Kapıkırı Köyü'ne ulaşmış olacağız.Saatlerimiz 19.00'u gösteriyorken,ulaşıyoruz da..Ama yönümüzü köyün merkezine doğru değil,Bafa Gölü'nün kıyısına doğru çeviriyoruz.Zira hava aydınlık iken,çadırlarımızı kurmak istiyoruz.
Kamp yeri olarak,daha önceden belirlediğimiz sulfata (Okaliptus) ağaçlarının olduğu bölgeye geldiğimizde heyecanımız hala varlığını koruyor.Araçtan iner inmez gölün kıyısına doğru yöneliyorum.Göl akşam üstünün bütün güzelliğini kuşanmıştı.Bir kaç su kuşu göle batıp çıkıyor,bir kaç tanesi de karşımızdaki adaya doğru uçuyordu, hafifçe esen rüzgar,göl kıyısındaki sazlıkları savururken.
Aslında bu saatte gölün kenarında saatlerce durup,gölü seyredebilirim.Ama çadır kurmaya çalışan arkadaşlarımın arasına karışıp,bir an önce çadırımı kurmam gerekiyor.Dedim ya hava henüz aydınlıkken..
Aramızda kamp deneyimi olan arkadaşlarımız olsa da,ilk kez kamp yapacak arkadaşlar da var.Gerçi bu durum hiç fark etmiyor.Herkes o kadar heyecanlı ki,gözlerden hissedilebiliyor.Çadırların yönünü rüzgara göre ayarlayıp, yan yana kurmaya özen gösteriyoruz. Biraz sonra Bodrum'dan gelecek arkadaşlara da alan kalması için..
Aslında çadırların kurulması,çok zamanımızı almaması gerek.Ama bizim bu işi oyuna çevirmiş olmamız oyalıyor.
'' Şu parça ne olacak? '',''Ona pol derler kızım'',''fazla çivisi olan var mı?'','' bu ip neden gerilmedi yahu,sinir oldum'' cümleleri havada uçuşmaya başladı.Allahtan Baki bey var.Her çadıra koşmaya çalışıyor.Koşuyor da..Kamp başında emekli sıfatına sahip olan Baki bey kamp bitiminde çadır uzmanı sıfatı ile ayrılıyor.Şaka bir yana,nihayet çadır kurma işlevini bitirdik. 
Yeşilli,mavili,kırmızılı çadırların oluşturduğu küçük ''oba''mız fark edilir oldu.Arkadaşlar çadır içi düzenlemesi ile yoğunlaşırken,sırt çantamı çadırımın içine bırakıp okaliptüs ağaçlarının hemen yanında bulunan işletmenin verandasına atıyorum kendimi...Çadır kuranları izlemekten ya da çadır kurulma telaşından sıkılmış olduğu her halinden belli olan 11 yaşındaki kampın en küçük bireyi Ekin Deniz de peşimde tabi ki...
 Verandasında olduğumuz restoran,büyükçe bir kaya parçasının üzerine inşa edilmiş köy muhtarlığına ait, çok yıllar önce köy kahvesi olarak kullanılan bir işletme..Gölün içindeki ada ile göz göze bakışıyor..Tabi bu durumda bizde bakışıyoruz ada ile..
Gölün üzerinde su kuşları çoğalmaya başladı.Adanın üzerindeki manastır kalıntısının üzerinde de keza öyle.Bir yandan gölü izlemeye çalışıyorum öte yandan da Ekin Deniz'in sorularını yanıtlamaya...Onun en çok merak ettiği yarın zirvesine çıkacak olduğumuz Tekerlek Tepesi..Ben ise göl üzerindeki bilgilerimden onun hoşuna gideceklerden bir demet sunuyorum..Gölün üzerindeki diğer adalardan..İkiz Adalar..Tavşan Adası..Tepelerde gördüğümüz surların antik Heraklia kenti ile bağlantısından...İngiltere'nin bilmem kaçıncı kraliçesinin vasiyeti gereği ölümünden sonra külünün Bafa Gölü'nün üzerine helikopterle serpilmesinden...Gölün flora ve faunasından dolayı tabiat koruması altına alındığından söz ediyorum..
Tabi söz etmediğim konularda var; bu geç kalınmış tabiat korumasını biraz da o bilmem kaçıncı kraliçeye borçlu olduğumuzu...Gölün, geçmişte şahıs arazisi olduğunu ancak 1974 Ecevit döneminde özellikle Mustafa Üstündağ'ın emekleriyle kamulaştığını ve o ana kadar gölün öte yanındaki Serçin Köyü'ndeki balıkçı köylülerin mücadelesinden söz etmiyorum tabi ki...
Gölün kenarındaki arkadaşlarımızın seslerini duyuyoruz ara sıra..Bir hareketlenme olduğunu anlıyoruz..Biz de aşağıya iniyoruz..BODOSK'lu arkadaşlarımızda gelmişler,çadırlarını kurmak üzereler..Bizim arkadaşlarımızda ise,akşam yemeği hazırlığının telaşı var..Yemek olayını kumanya şeklinde düşündüğümüz için bir sorun yok..Yani Sevinç hanım,Aylin ve Şenol beyden oluşan ekip,yemek konusu ile ilgilenecek olan arkadaşlarımız..Onların akşam için seçtikleri erzaklar akşam yemeğimizi oluşturacak..Ve onlarda onun telaşındalar..Bahar,Hakime hanım,Nuriye abla da yardımcı oluyorlar.
Meydana ateş yakılmasını istediğimiz için, bir kaç kişi odun bulmaya gidiyoruz..
Hava iyice karardı..Göle yakın bir yerde yaktığımız ateş iyice alevlendi..Kah  ateşin çevresinde kah gölün kenarında azıklarımızı yiyoruz..
Saatin ilerlemesiyle,epeyce kalabalıklaşıyoruz.Köyden gelenler,farklı kentlerden gelenler ve biz harmanlaşmış durumdayız..Bazen işletmenin verandasında,bazen ise ateşin başında keyifli dakikalar geçiyoruz..Şarkılar,türküler,şiirler,halaylar iç içe geçmiş durumda..
Bazen Ahmet hocanın bağlamasından dökülen nağmelerle hüzünleniyoruz,bazen Hıdır Çam'ın Ahmet Arif'ten okuduğu dizelerle keyifleniyoruz.
Hele bir ara,bir yerlerden çıkıp gelen davul zurna ekibi daha da şenlendiriyor meydanı..Türkülerin yerini halaylar alıyor artık..
Ateşin başında keyfimize diyecek yok..
Kapıkırı Köyü'nün ve Bafa Gölü'nün sorunlarını dile getiriyor genç bir arkadaşımız..Köyden bir genç bu..Mithat..Aslında köyün gençlerinin hepsi meydanda yanımızda..Mithat'ta sözcülüklerini yapıyor denilebilir..Açıkçası köyün ve gölün sorunlarına o kadar hakimlerki hoşumuza gidiyor..Ama çözüm konusunda elleri kolları bağlanıyor..Tıpkı bizim gibi..
Ama gece akıyor...Şiirler ele geçiriyor meydanı..Ahmet Arif,Nazım Hikmet,Edip Cansever,Birkan Keskin ve diğerleri..
Göl hareketlendi..Gölden gelen dalga seslerinden fark ediyorum.Hafif bir esinti var..Kazak giydirecek kadar..Ateşe biraz daha sokuluyoruz.İlerleyen gece, kalabalığın sayısını azaltıyor..Zira ertesi gün Tekerlek Tepesi'ne çıkmak gibi zorlu bir parkur var..
Ama yine ateşin ve gölün cazibesinden vazgeçemeyenlerde az değil..
Göle daha yakın olmak için, işletmenin öte yanındaki kumsala gidiyorum.Sessizce ateşin başından ayrılıp kumsala doğru yöneliyorum.
Kumsal aydınlık...Beyaz kumcukları seçebilecek kadar..Göl kıpraşıyor..Dolunay var..Beşparmak Dağlar'ını seçemiyorum ama heybetini hissedebiliyorum..Resmen sessizliğin sesini dinliyorum.Sanki göl ile bütünleşiyorum.
Kumsalın üzerine boylu boyunca uzanıyorum.Artık dolunayla göz gözeyiz.Belki de milyon kere okuduğum,aktardığım efsaneyi anımsamadan edemiyorum;
Ay tanrıçası Selena (Artemis), kardeşi güneş tanrısı Apollon gündüz nöbetini bitirip kaybolunca göklerde belirir,dünyayı ısıtma görevini üstlenirdi.Selene,iki atın çektiği gümüş tekerlekli bir araba üstünde dolaşan güzel bir kadındır. İşte Selene bir gün,kara geceyi ağarttığı ıssızlıklarda yitmiş yolculara yol gösterdiği için mutlu,Latmos Dağları'nın parmaklarından süzülürken, Bafa Gölü'nün gümüş gibi parladığını görmüş.Duralamış.Suda önce dağın görüntüsü sonra kendi görüntüsü çarpmış gözüne..Doğanın güzelliğine hayran,hayran bakınırken gözüne sürülerini otlatan çoban ilişmiş.Endymion'muş bu yakışıklı çobanın adı.
Selene ölümsüz bir tanrıça olduğu halde, bu ölümlü gence gönlünü kaptırmış.O günden öte Bafa dolaylarından ayrılmaz olmuş.
Selene,çobanı görmek için geceleri gökten yere inermiş.Ölümsüz tanrılar bazen kıskanır insanın mutluluğunu.Ay tanrıçası Selena ile çoban Endymion'un aşkı diğer tanrıları sinirlendirmiş.Öyle ya nasıl olurda, bir tanrıça bir insana aşık olur.Tanrılar tanrısı Zeus'a şikayet etmişler..Zeus da bilirmiş,tanrıçanın çobanla aşkını..Ama Zeus diğer tanrılar gibi düşünmezmiş, hatta desteklermiş bu aşkı..Selena,tanrılar tanrısı Zeus'tan sevdiği çoban Endymion'u sonsuz gençlik ve hiç bitmiyecek bir uykuya yatırmasını istemiş.Endymion'un,yaşlanmasını önlemek istermiş çünkü. Zeus,Selene'nin bu isteğini yerine getirmiş.Yakışıklı çobanı,Latmos Dağları'nın Latmos Körfezi'ne(Bafa Gölü) bakan yamacındaki bir mağarada sonsuz uykuya yatırmış.Selene, o günden sonra her gece Ege göklerinde süzülür, Endymion'un mağarasına girermiş.
''O gün bugün Beşparmak Dağları ay ışığında karlı gibi ağarır.Ulu çamları uyuyan ve ışıklı düşler gören insanlara benzer.Nereden geldiği belirsiz bir esintiyle yaprakları ürperir,fısıldaşır zaman zaman.Ay ışığı göklere parmak uzatan doruklardan aşağı su şırıltısı gibi şarıl şarıl akar.Yamaçlarda çalar.Endymion'un kavalı yankılanır,çobanların yaktığı ateşler mavi mavi tellenen ince dumanlar kayadan kayaya özlemini söyler.Ayın çevresinde hep aynı sestir o,dağların ıssızlığını insanların beşparmakların çobanı Endymion ışıklı yıldızlar kıpırdaşır.Gökler sanki yırtılmış,açılmıştır.ölümsüz güzelliğini gözümüzle görebiliriz.'' diyor Azra Erhat eşsiz kitabı ''Mitoloji Sözlüğü''nde..
Derler ki; dünyada hiç bir yerin mehtabı,Bafa Gölü'nün mehtabıyla boy ölçüşemezmiş.
Öykünün sonunda bir dolunaya bakıyorum..Bir Beşparmak Dağları'nın olduğu yöne..Karanlıklar içindeki dağın bir yerinde, Endiymun'u görebilecekmiş gibi hissediyorum..Dolunayın gölün üzerine yansıyan ışıklarını izliyorum bir süre.Gölün kıpırdanmaları daha da artıyor,dolunay biraz daha fazla parlaklaşıyor..Ya da bana öyle geliyor...Şarap kadehimi,Selene ve Endymion için kaldıryorum boşluğa doğru..
Biraz sonra, bir kaç arkadaşımda katılıyor, bu eşsiz seronomiyi izlemeye..Koyu bir sohbete dalıyoruz..Gecenin sessizliğini gülüşmelerimiz delip geçiyor.Osman abi şiirlerinden okuyor..Gece akıp gidiyor..Saat dört olmuş..Uyku yok..Ama birkaç saat sonra başlaacak olan yürüyüşü düşünerek çadırlarımıza doğru yöneliyoruz..''Selena ve Endymion'u baş başa bıraktık'' diyorum çadırımın fermuarını çekerken...
Uyku tulumumun içine girerken Halikarnas Balıkçısı yalnız bırakmıyor beni...Bütün güney egeyi dolaşırken olduğu gibi.
''..bugün ay ışığında Bafa Gölü'ne ve Beşparmak Dağları'na bakıp,gönlünün damgasını ve Beşparmak'ların  üzerinde sonsuz uykusuna varmış Endymion'u görmemek için dünya gözünden de,gönül gözündende yoksun olmalı..''dediğini anımsıyorum, Balıkçı'nın..Uyku tulumunun fermuarını çekiyorum..
''Gördüm'' diyorum tuluma iyice gömülürken..
 
1 mayıs sabahına uyandığımda saatim 6.30 u gösteriyor.Gün ağarmış.Kamp uyuyor.Sadece Sevinç hanım uyanmış,zirve yürüyüşü öncesi malzemelerini kontrol ediyor..
Gölün akşamki hırçınlığından eser kalmamış,oldukça dingin.İki buçuk saatlik uykuya rağmen kendimi oldukça iyi hissediyorum.Tekerlek Tepesi'ne çıkacak olmanın heyecanından olsa gerek..Ama yine de bir fincan kahve iyi gelir düşüncesiyle işletmeye yöneliyorum.
Arkdaşlar tek tek uyanmaya başlıyor.Çadır önlerinde bir hareketlenme göze çarpıyor.Saat sekiz olduğunda ise tüm kamp uyanmış durumda..Sekiz buçuğa kadar çadırları söküp,tepeye çıkacak şekilde çantalarımızı hazırlamamız gerekiyor.Kahvaltı öncesi bu işlevi yapmayı düşünüyoruz.Yapıyoruzda..
Kahvaltıyı işletmenin verendasında yapıyoruz.Yine kumanyamızdan açık büfe yapmış arkadaşlar.Kahvaltı tabağımı alıp,göle bakan masalardan birine oturuyorum. Biraz sonra Baki bey ve Barış da geliyor masaya..Bir yandan göle bakıyor bir yandanda küçük sohbetler yapıyoruz..Göl daha da dinginleşti..Bir iki su kuşu göle batıp çıkıyor.Sanki bizim varlığımızı hissetmişte, bize kur yapıyormuş gibi geliyor bana..Yine uzaklardan gelen bir iki balıkçı motorunun sesi dinginliği bozuyor..Çarşaf gibi görülen gölü yarıyormuş gibi görülüyor teknenin görüntüsü...
Elimdeki çatalı tabağımdaki peynire batırırken, Cemal Süreyya'nın ''Kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı..''  dizesini anımsamadan edemiyorum.
Saat 10.30 gibi Bafa Gölü'nden araçlarımızla ayrılıyoruz.Akçalı Köyü'ne doğru hareket ediyoruz.Tekerlek Tepesi'ne çıkma işlevini bu köyden başlatacağız.Akçalı Köyü'nün bir noktasında son hazırlıklarımızı yapıyoruz.Yüklerin bir kısmının taşınması için,bir kaç katırında tepeye çıkışta olacağını biliyorduk..İşte şimdi o yüklerin,katırlara denk edilmesini seyrediyoruz...Nihayet bitiyor..Ve artık hazırız..
Solumuzdaki dağa doğru yöneliyoruz.Tekerlek Tepesi'ne ulaşmak için..
Milas Doruk ve Bodrum Doğa Sporları'nın oluşturduğu 49 kişi yani biz,Kapıkırı Köyü'nden 10 genç arkadaş,dört katır,katırların sahibi Akif usta ve Çakır'dan oluşan kafilemiz Tekerlek Tepesi'ne ulaşma düşüyle yola koyuluyoruz.Çakır bir av köpeği..Bazen en önde,bazen en arkada ama kafileden hiç kopmadan iki gün boyunca yol arkadaşlığımızı yapıyor. Rehberliğimizi köyün gençlerinden Mithat yapıyor.Birer gerçek Latmos sevdalısı olan Hıdır Çam ve Osman Kara ise Bodrum ve Milas ekiplerinin sorumluluklarını üstlenmiş durumdalar.Daha çok temel gereksinimin olduğu eşyaların yüklendiği katırlara,bir kaç arkadaş ve ben hiç yük vermiyoruz.Böylesine bir parkurda,kendimizi sınamak istiyoruz çünkü.
Çadır,uyku tulumu ve matında üstüne bindiği sırt çantam yaklaşık kırkbeş-elli kilogram ağırlığında..Sırtçantamı sırtlayıp önümdeki arkadaşın ardısıra  ilerliyorum.
En büyük şansımız,Tekerlek Tepesi'nde '' su'' olduğunun söylenmiş olması..Bu da sadece çıkışta gereksinim olacak suyu taşımamızı yeterli kılıyor.Artık kızılçam ağaçlarının oluşturduğu ormanda yürüyüş ciddiyetine girmiş durumdayız.
Beşparmak Dağları'nın,Kapırı Köyü'nden görülen kısmı ile yetinenleri şaşırtacak bir bölgesini arşınlıyoruz.Öyle ya taş üstüne taş olan bir görüntünün çok aksine,ormanlık bir bölgedeyiz.Ama oldukça sarp bir yamaçtayız.
Yeni başlayan yürüyüşün ilk etabında oldukça zorlanıyoruz.Tek sıra halinde yürüyoruz.Belli bir noktadan Bafa Gölü'nü görebiliyoruz.Oldukça yükseliyoruz.Ormanın içlerine doğru ilerledikçe,göl görüntüsü kayboluyor. Dağ artık iyice dikleşiyor.Bu dikleşme,doğal olarak yorucu oluyor.Ama Tekerlek Tepesi'ne ulaşma heyecanı daha baskın geliyor..Makiler de çoğalmaya başladı.Ama yine de kızılçam ağaçları yoğun..
Yaklaşık bir saat sonra ulaştığımız bir düzlükte mola veriyoruz.Gözlerimin alabildiği her yer,kızılçam ağacı..Kızılçam ağaçlarının birinin altına seriliyorum.Bu mola iyi geldi.Gerçektende oldukça dik bir yamaçtan başladık.Sırt çantalarını bir kenara atıyoruz.Azıklar, sular çıkıyor.Bütün kafile düzlükteyiz.Biz,köyün gençleri,katırlar ve Çakır...
Köyün gençleri diye aktardığım ona yakın arkadaş,çeşitli üniversitelerde okuyan üniversiteli gençler...O gün bizimle birlikte olmalarının nedenlerini paylaşım,dostluk ve dayanışma gibi değerlerden kaynaklanıyor.Kapıkırı Köyü kökenli olmaları da,kendilerini o gün için ev sahibi gibi hissetmelerini sağlıyor.Bu anlamda da bize yapılabilecek her yardımda o genç arkadaşları yanımızda buluyoruz..Öte yandan zaman aktıkçada dünyayı bakış açılarımızın da aynı noktada olduğunu yaşayarak görüyoruz.Yani ortak bir dilimiz olduğunu..
İşte onlardan birini, bu büyük molada yaşıyoruz. 1 Mayıs; işçinin,emekçinin ve devrimcinin bayramı..Aslında aklımız Taksim de..Zira 34 yıl sonra Taksim'e işçiler çıkabilecek.34 yıllık bir mücadelenin ürünü bu..Aklımız ve yüreğimiz Taksim'i dolduran yoldaşlarda olsa da, bizde Beşparmak Dağları'nda 1 Mayıs'ı kutlamaktan geri kalmıyoruz. Kırmızı bantları çantalarımıza,kollarımıza takarken,türkülerimiz dağları inletiyor.Taksim'e ve tüm dünya emekçilerine Beşparmak Dağlar'ından selamlıyoruz.
 45 dakikalık molanın ardından tekrar yola koyuluyoruz.Kızılçam ormanı devam ediyor.Eğreltiotu da çoğaldı.Belli bir süreden sonra Tekerlek Tepesi'ni görebiliyoruz.Mutlu oluyoruz.Hedefimiz oraya ulaşmak...Ama ilk önce tepenin hemen önünde görülen Akdağ'a ulaşmamız gerekiyor.
Yola devam ediyoruz.Nihayet patika yolu buluyoruz.Artık dağınık yürüme şansımız hiç yok,tek sıra halinde yürüyoruz.Sol tarafta,göl yeniden görülmeye başlandı.Biz yükseldikçe,tepeler sol tarafımızdaki uçurumun  altında kalıyor.Muhteşem bir manzaranın içindeyiz.Adeta büyüleniyoruz.
Ama yorgunluk belirtileri var.Sırtımdaki çanta gittikçe ağırlaşıyor.Hissediyorum.
Artık geri dönecek durumda değiliz.Çok uzaklaştık.Öte yandan dönmeyi düşünende yok zaten.Beşparmak Dağları'nın içinde,patikaları arşınlarken Tekerlek Tepesi'nin büyüsüne iyice kapılmış durumdayız.
Birbiriyle harmanlanmış bir kafileyiz artık.Hiç yabancı yok aramızda.Çünkü hedef aynı;Tekerlek Tepesi..
Bu durumda çektiğimiz sıkıntıda aynı;çantaların gittikçe ağırlaşması ve yakıcı güneş..Ter buram,buram akıyor bazı anlarda..
Yine de kendimizi oyalayabiliyoruz.Hem kamp kuracağımız yerde su var denilmedi mi? Belki deredir,en kötü ihtimalle bir kaynak..
Başımızı suya gömdük mü hiç bir yorgunluk kalmaz diye düşünenlerimiz de var..
Hele bir ulaşalım da..
Sanırım,Beşparmak Dağları'nın en keyifli bölgesinde yer alıyoruz.Ağaçların heybeti muhteşem..Ağaçların ve kayalıkların iç içe girmiş uyumu karşısında şaşkınlığa uğramamak imkansız.Beşparmak Dağları'ndaki bu yürüyüşümüz sırasında, Halikarnas Balıkçısı hiç yalnız bırakmıyor beni...Sanki Halikarnas Balıkçısı'nın eşsiz kitabı ''Hey Koca Yurt''ta Beşparmak Dağları için yazdıklarını yaşamak için gelmişim gibi hissediyorum kendimi..İşte içinde bulunduğumuz orman, Balıkçı'nın yazdıklarını nasılda perçinliyor;
”Parklarda,asker dizisi gibi sıralanmış,kuyruğu kulağı budanarak kuşa döndürülmüş kent ağaçları değildir bunlar.Ağacın ne olduğunu,asıl Beşparmak'ta görmeli.Sert ve çıkıntılı kayaları,avuçları andıran kökleriyle kavrar,koltuk altlarına kıstırarak bir insan boyu kaldırır.
Kimi uçurumun dibini görmek için,yer kıyılarından eğilir.Başkaları,yokuş aşağı inen atlılar gibi,dimdik arkaya irkilir.Pınarın tatlı suyunu içmek için,onun kıyısına üşüşür.Çimenlerin çevresinde halka olur,birbirlerinin kollarına girer,rüzgarın esişiyle fısıldaşarak kol değiştirir.Sonra alaylar halinde çimenliklere gelip dinlenirler.Kimi yol dizi dizi olup yavaş yavaş,Beşparmaklar'da yokuş yukarı çıkıp göklere doğru yükselir.
Ağaç kalabalığının asıl ne olduğunu burada seyretmeli.Ovalarda,ön sıradaki ağaçlar görünür.Burada ise,bir dal ve yaprak mahşeri olurlar.Yukarıdakiler,göklere karşı kapkara dinelir.Aşağıdakilerin dallarına ise tel tel bulut fıskiyeleri takılır...''
Artık patika yolu da,tek sıra yürümeye de alıştık.Yükseldikçe bitki örtüsü değişmeye başladı..İsmini bildiğim bilmediğim onlarca çiçek.Çam ağaçları kısmen azalmaya başladı.Taşın varlığını hisseder olduk.
Önümdeki patikadan ilerliyorum.Patika yol o kadar çok kullanılmış ki, sanki yola özenle taş döşenmiş gibi olmuş.Zaten kayalık olan bölgede,yol olarak seçilen alandaki taşlar basıla basıla dediğim görüntüyü oluşturmuş.
Tekerlek Tepesi'ne tırmanan ilk gezgin olarak,yaptıkları gezileri yayınlayan yeni çağ gezginlerinden İngiliz Richard Pococke olarak geçer gezgin tarihine.. Richard Pococke, Latmos'a dağın arkasından yani Alinda / Çine tarafından tırmandığında tarihler 1740 yılını gösterir.Ateş yakarak bir gecesini Tekerlek Tepesi'nde geçiren Pococke,kurt ayı ve özellikle Anadolu pars'larından korunması yönünde uyarılmış. Pococke,Beşparmak Dağlarında Anadolu parsı ile karşılaşmış mıdır bilemem ama 1960 lı yıllara kadar Anadolu parsının yaygın olarak yaşadığı bir alandır Beşparmak Dağları..Şu anda Anadolu parsı yaşamasa da bir zamanlar avlanıldığı kaplan kapanlarını bir çok yerde görebiliyoruz.İşte şimdi o kapanlardan birinin yanından geçiyoruz.Yani şu an benim yürüdüğüm düzlükte, bir zamanlar artık soyları tükenen Anadolu parsları koşturuyordu.
Patika yoldaki yolculuğum sırasında,Emel ve Uğur çifti ile sık sık yanyana geliyoruz.Küçük yorgunluk belirtileri olsa da Emel halinden hiç şikayetçi değil.Ama Uğur aynı düşüncede değil..Sırtındaki çantanın ağırlığını ya da yürümenin yorgunluğunu bedeninde hissettiğinde evde meyve yerken televizyon izlemek varken burada ne yaptığını sorguluyor daha çok..Bu durum yorgunluğumuza rağmen,gülüşmelerimize neden oluyor bir süre...Ve yol devam ediyor,dağdaki çıkış da..
Nihayet Akdağ'a ulaşıyoruz.Akdağ'ın yapısal durumu daha çok kayalık.Zaten ismindeki aklığıda buradan alıyor.Kayaların oluşturduğu beyazlık bu dağa Akdağ diye adlandırılmasını sağlamış.Akdağ 970 metre yüksekliğinde..Tekerlek Tepesi'ni görebiliyoruz.Kısa bir moladan sonra tırmanışa devam ediyoruz.Hedefimiz Damlacık...Kampı burada kuracağız.
Kayalar yoğunlaşmaya başladı.Bitki örtüsü oldukça zayıfladı.Bu durum yorgunluğumuzu daha da artırıyor.Zira düz bir alanda yürümenin aksine taşların üzerinde sekerek gitmek zorunda kalıyoruz.Tek sevincimiz uzun süredir yürüyor oluyor olmamız.Çünkü bu demektir ki, Damlacık'a yakınlaşmışızdır.Artık kaya parçaları büyümeye başladı.Düz sayılabilecek bir araziye ulaşıyoruz.İleride görülen kayalıkların ardında Damlacık’ın olduğunu söylüyor, Mithat..
Bizi gözleri parıldayan, yüzlerimize kocaman bir gülümsemeyle bakan, güneşten yanakları yanmış, saçlarının telleri örgüsünden kaçarcasına fırlamış bir çoban kızı karşılıyor, hemen sonra da babası. O temizlik, biraz da olsa unutturuyor bize yorgunluğumuzu.
Mithat'ın sözünü ettiği kayalıklara ulaşıyoruz.Oldukça büyük kaya parçalarının olduğu bu alan,adeta bir labirent gibi..Ve biz labirentin içinde dolaşa,dolaşa bir meydana çıkıyoruz.Damlacık burası..Kamp kuracağımız ve geceyi geçireceğimiz yer Damlacık olacak.Damlacık 1150 metre yüksekliğinde..1373 metre yüksekliğindeki Tekerlek Tepesi'ne yarın sabah çıkacağız.
Damlacık'ın üç tarafı kayalarla çevrilmiş.Bir tarafı ise boşluğa bakıyor.Bu boşluğun içinde de Madran Dağı'nın görüntüsüne...Yani Karpuzlu'ya bakıyor.Zaten şu an bulunduğumuz Damlacık'ta, Koçarlı sınırları içindeymiş.
Görülen o ki, Damlacık konumunun uygunluğundan dolayı çobanlar tarafından ağıl olarak kullanılıyor.Yine konumu uygun olan büyük bir kaya oyuğunun çoban evi olarak kullanıldığı da anlaşılıyor.Küçük bir moladan sonra hemen çadırlarımızı kurmaya girişiyoruz.Dünkü deneyim,kampı kısa sürede kurmamızı sağlıyor.Bir kaç arkadaşımız, boşalan su kaplarını doldurmak için su kaynağına gidiyor.Gelmeleri yaklaşık kırk dakika kadar sürünce,uzak olduğunu düşünüp suya gitmeye üşeniyorum.
Uygun bir alana ateş yakıyoruz.Sucuk ekmek ile akşam yemeği sorunumuzu çözüyoruz.
Kararan havayı,sürekli odunla beslediğimiz ateş aydınlatıyor.İçimiz ısınıyor.Türküler,şiirler okunuyor.Ve her türküde içimiz daha da ısınıyor.Zaman akıyor,akşam ilerliyor.Sanki çok zamandır bu dağdaymışız gibi rahatız..Beşparmak Dağları insana farklı bir güven duygusu veriyor.Dostluklar pekişiyor.Türküler,şiirlerin sıcaklığı ile ateşin sıcaklığı birbirine karışıyor.
Çantalardan çıkan her şey bizi sevindiriyor;bir kutu çikolata,bir şişe şarap,bir paket bisküvi gibi..Gecenin ilerlemesiyle birlikte,ayaz bastırıyor.Üşüyoruz..Ateşe biraz daha odun atıp,gürleştiriyoruz.Ateşin şavkı uzaklara vuruyor.İşte o an,çantalardan birinden bir şiir kitabı çıkyor;Emirhan Oğuz'un ''Ateş Hırsızları Söylencesi''...
İçim daha da ısınıyor.12 Eylül faşizmi, ülkenin aydınlık insanlarını cezaevlerini kapadığında,insanlık dışı uygulamaların olduğu cezaevlerinden çıkan her ses, dışarıda umut oluyordu.Dışarıya güç veriyordu.''Ateş Hırsızları Söylencesi'' de o seslerden biriydi.Yaklaşık yirmi beş yıl sonra, yeniden karşılaşmak heyecanlandırdı beni.
Bertolt Brect, bir yazısında ''Bir şiir belki karnınızı doyurmaz ama belki bir gün dağ başında işinize yarıyabilir'' derken,ne kadar haklıymış diye düşünmeden edemiyorum.
Zira ''Ateş Hırsızları Söylencesi'' nden okunan dizeler hepimize coşkulandırıyor,umudumuza umut katıyordu;
 ''....
gecede yıldız var ve ay öksüz bir şarkıcıdır uzun yoldan gelmişim
şimdi rüzgar esecek şimdi mavi bir kuş yaylımı ay ışığının kanadında
kirpiklerime üç damla ışık düşürecek,üç asma sarmaşığı şakak duvarlarıma
.......''
Saat on ikiye yaklaştığında,bir kaç kişi bir masa gibi dümdüz, bizi bekleyen kayalıkların üzerine çıkıyoruz.Biraz sonra çıkacak olan dolunayı izlemek için..Her birimiz keyifli anlar yaşıyoruz.Dakikalarca ayı seyrediyoruz.Halikarnas Balıkçısı kulağıma fısıldıyor;
''Beşparmak'ların görkemi,insan düşünce ve düşünü uzak geçmişlere ve kıtaları sarsıp birbirleri üzerine yığan büyük depremlere götürür.İnsan,sessiz sessiz o dağlara bakarken,o depremlerin gürültüsünü duyar gibi olur. Ne var ki; ay ışığı,bu dağların yabanıllığını şeker gibi eritir.İnsan o zaman bir dağ görünümü değil,fakat paldır küldür birbirleri üzerine yığılmış cennet parçaları görmüş gibi olur..''
Ay ışığının şeker gibi erittiği yabanıllığın içinde,bir süre oturup ateşin başına dönüyoruz.
Ateşe bir kaç dal parçası daha atıyoruz.Ateş parlıyor.İlerleyen gece,ateş başındaki arkadaşların sayısını azaltıyor.Uzun bir yoldan gelmiştik ve yorgunduk.Ve yarın Tekerlek tepesine çıkacaktık.Saat gecenin birini biraz geçtiğinde,ateş başında oturan arkadaşlardan izin alıp çadırımın yolunu tutuyorum.
Sabahleyin uyandığımda,saatim beşi gösteriyordu.Kamp derin bir uykuda..Biraz sonra kampın diğer ucundaki çadırından Uğur çıkıyor.Selamlaşıyoruz.
Güneş henüz doğmamış.Ama doğum aşamasında olduğunu,Madran Dağına baktığımda anlıyorum.Madran Dağı'nın üzerinde,kızılımsı bir şerit gibi oluşan görüntü büyüleyici. Kayalıkların üzerine çıkıp,Madran Dağını ve üzerinde oluşan manzarayı izliyorum bir süre..
Akşam ateş yaktığımız yere gidiyorum.Közlerin varlığı, ateşi canlandırma isteği doğuruyor.Çalı,dal parçası topluyorum.Bu süreçte Çakır hiç yalnız bırakmıyor beni..Yoldaşlık yapıyor.
Ve ateş canlanıyor.Sabah ayazının üzerime yüklediği üşüme geçiyor.Isınıyorum.Ateşin bir köşesine koyduğum çaydanlıktaki suyun kaynamasını beklerken,Çakır'la oynaşıyoruz.
İlk kahvemi yudumlarken,güneş doğuyor.Güneşin ışınları uyuyan kampa vuruyor. İkinci kahvemi koyarken,bir-iki arkadaşında uyandığını görüyorum.Biraz sonra Osman abinin uyanması ile bütün kamp uyanmak zorunda kalıyor.Zira '' 'Günaydın arkadaşlar..Günaydın doğan güneş..Günaydın Latmos..'' diye başlayan dileklerini söyleyen gür sesi karşısında uyumak ne mümkün..Ben ise,Osman abinin güne başlayışı ile Halil Cibran'ın ''Sevgi'den'' isimli şiirindeki dizeleri ile bağlantı kurmakla meşgulüm; ''Tutkunuz ,kanatlanmış bir yürekle sabaha gözlerinizi açıp,sevgi dolu bir güne başlayabiliyor oluşa teşekkür etmek olsun.''
Bugün Tekerlek tepesi'ne çıkılacak.Zirveye çıkış zamanı olarak 8.30 belirlendi.Çadırlar,eşyalar toplanıyor,kampı bozuyoruz.Kahvaltı sonrası suya gittiklerini fark ettiğim Kazım abi ve Pınar'ın peşine takılıyorum.Yolda karşılaştığımız Uğur'a '' en çok şikayeti sen yaptın ama kampında tadını sen çıkardın'' diye takılıyorum.Sabah ki muhteşem görüntüyü izlemesine tanık olduğum için.
Biraz sonra ''suyun yanına geldik.'' diyor Pınar.Hayret..Beş dakika bile olmadı daha.Oysa suya giden arkadaşların gelmesi 40-45 dakikayı alıyordu.Ki bu süreç değil miydi beni suya gitmeyi ürküten..
Bir kaç büyük kaya parçasının arasından belimizi bükerek geçip,çok büyük bir kayanın altına giriyoruz.İşte o an anlıyorum,sürenin neden uzadığını...Kaya ile yerin arasındaki mesafe seksen santim kadar..Kaya parçasının belli noktalarından,ip gibi su damlıyor.Su kabını bu Damlacık Kayası'ndan süzülen suyun altına koyup,kabın dolmasını bekliyorsunuz.Elbette bu durum zaman alıyor.Ama su sorunu çözülmüş oluyor.Damlacık Kayası'ndaki bu suyun,yaz ve kış olduğunu söylemişti Osman abi.
Sanırım bir yerlerde var olan su kaynağından sızan su,bu kayadan damlıyor.Doğanın bize sunduğu bu güzellikten etkilenmemek elde değil..Elimdeki kabı damlıyan suyun altına tutup beklerken,galiba diyorum Balıkçı haklı..
''Sular dağ doruklarından,daha güzel hoplamak için,en dik uçurumları seçerler.Avuç avuç elmas ve pırlantaları dört yana saçar,tüllerini rüzgarlara havele eder.Onlar da su buğularını -gelin kuşakları sanki- sağa sola süzerler. Bu sularda hiç de ''Faşş'' diye akan çeşmelerin resmiliği yoktur.''
Burada devasa büyüklükte kayalar var.Ve her kaya parçasına fantastik figürler yakıştırabiliyorsunuz.İşte onlardan birisi karşımda..Galiba Hakime hanımın '' Devlerin mutfak rafı'' na benzettiği kaya bu olmalı..Bu kaya bünyesinde taşıdığı oyuklarla,gerçektende bir rafa benziyor.Ama çok büyük bir rafa..
Öte yandan öylesine fantastik görüntülerin içindeyiz ki, masal dünyasında olduğumuzu sanmamamız için hiç bir neden yok.
8.30 da Damlacık'tan ayrılıp,Tekerlek Tepesi'ne doğru hareket ediyoruz.
Dinlenmiş olmanın verdiği rahatlıkla,keyifli bir şekilde yol alıyoruz.Artık tamamen taşların,kayaların olduğu bir bölgede tırmanıyoruz.Kayaların üzerine konulmuş, kovanlıklar (arı evleri) dikkatimden kaçmıyor.Kovanlıklar,ayıların ballara erişmesini engellemek için,blok kayaların tepelerine konulmuş.
Bazı yerlerde ardıç ağacı görülebiliyor.Gerçi hiç ummadığımız yerlerde karşımıza,renk renk çok farklı kır çiçekleri çıkmıyor değil.Kardelen çiçeğininde sadece Tekerlek Tepesi'nde görüldüğünü söylemeliyim.Ama şu an mevsimi değil..
Şu an gerçektende fantastik bir görüntünün içindeyiz.Şekilden şekile girmiş devasa kaya parçaları bizim düş gücümüze bekliyor.İşte şu Van Gölü'ne benziyor,şu bir sürahiye,şu bir uçağa...
Dağın bu oluşumu bünyesinde yüzlerce mağaranın var olmasını sağlamış.Ve bu farklılık tarih boyunca insanlığın sığınağı haline getirmiş Beşparmak Dağlarını...İnsanlara hep ev sahipliği yapmış bu görkemli dağ..Son yıllarda Anneliese Peschlow tarafından bulunan kaya resimleri,Latmos'un tarih öncesine ışık tutmuştur.M.Ö. 6000 yılına dayanan bu kaya resimleri,Anadolu da tarih öncesi döneme ait olan eşi benzeri olmayan bir buluştur.Latmos kaya resimlerinin ana konusu insandır.
Ve çok sonraları yani M.S. 7 yüzyıldan itibaren Sina Yarımadası'ndan gelen keşişlerin sığınma yeri olur.Latmos Dağı yani Beşparmak Hıristiyanlar tarafından ''kutsal dağ'' kabul edilir. Yine yakın tarihimizde 12 Mart faşist cuntanın baskılarından kaçan aydın  ve devrimcilerinde ev sahipliği yapmıştır Beşparmak'lar...
İyice yükseliyoruz.Nihayet Tekerlek Tepesine ulaşıyoruz.. Beşparmak Dağları'nın en yüksek zirvesindeyiz artık.Şu an 1373 metre yüksekliğindeki Tekerlek Tepesi'nden Bafa Gölü'nü kuş bakışı görebiliyoruz.Tepemizdeki yakıcı güneşe rağmen,insanın içini hoş eden bir esinti karşılıyor bizi.Şaşırmıyorum.Zira Halikarnas Balıkçısı tepede nasıl bir havayla karşılaşacağımı öğretmişti;
''Buranın rüzgarı ne denizcileri boğar,ne de ormanları söküp yamyassı yere yatırır.Ama,göklerde ay ışığı taşıyan bulutları gütmek gibi şanlı işler görür.Beşparmak rüzgarları,yel değirmenlerine üfleyince en ağır taşları topaç gibi döndürür ve toz haline gelmiş ay ışığı gibi unlar öğütür.''
Tekerlek Tepesi'nde karşılaştığımız manzaradan çok etkileniyoruz.Her birimiz bir kaya parçasına seriliyoruz.
Yuvarlak biçiminden dolayı Tekerlek Dağ olarak adlandırılan, bulunduğumuz bu zirvenin tarihsel önemi ta Neolotik döneme kadar gidiyor.Neolotik dönemden itibaren,Anadolu kökenli Hava ve Yağmur tanrısına tapınılmaktaydı.Daha sonraları bunun yerine Yunanlıların gök tanrısı olan Zeus alır.İşte şu an bulunduğumuz yer,yani Tekerlek Tepesi Hava Tanrısı'nın tahtı olarak kabul edilmekteydi.Bu görüş,dağ sırasının arka kısmındaki Dikiltaş Vadisi'nde zirvenin görülebileceği bir noktada bulunan ve üzerindeki yazıtta Zeus Akraios'a (Zirvedeki Zeus) adanmış olduğu anlaşılan, küçük bir Hellenistik dönem tapınağına ait buluntularla destekleniyor.Tekerlek Tepesindeki yağmur kültü Bizans Dönemi'ne kadar sürmüş,bu dönemde bu tepe manastır yaşamının merkezlerinden birisi olmuş.M.S.10 yüzyılda hala,kurak dönemlerde bir alay düzenlenerek Tekerlek Tepesi'ne yağmur duasına çıkıldığı belirlenmiş.İşte şu an böylesine kutsal sayılan bir dağın,kutsal bir tepesindeyiz.
Tepeden gölü izlemeye doyamıyoruz.Aslında göl,ilkçağlarda Ege Denizi'ne açılan oldukça derin bir körfez durumundayken,Büyük Menderes bıkıp usanmadan yıllarca alüvyonlarla körfezin önünü kapatır.Denizle bağlantısı kesilen Latmos körfezide bugünkü Bafa Gölü'ne dönüşür.İşte şu an bulunduğumuz tepeden,bu deltayı rahatlıkla görebiliyoruz.
Başlarda yazdığım gibi,Latmos sevdalısı iki kişi var aramızda;Hıdır ve Osman abi..Kimbilir,kaç kez buluştular bu sevdalarıyla..İşte bu sevda,Latmos'ta gelenekselleşen dağ nikahınıda beraberinde getirmiş.Sanıyorumki,çıkış noktasını efsaneden alan bu gelenekle günümüzdeki aşkları da Latmos'un tanıklık etmesini istemişler.
Zaten,Selene ve Endymion efsanesindeki aşkın en büyük kahramanı olan Latmos Dağı'na da  bu yakışır. Biraz sonra Tekerlek Tepesinin zirvesinde, Sevinç hanım ve Cihan beyin dağ nikahları kıyılacak.
Sevgilerinin perçinlenmesine hem Latmos tanık olacak hem biz gezginler..Nikahı Latmos'un şu anki piri olan Hıdır kıyacak.Hıdır, kayaların arasına sakladığı Latmos nikah defterini getirdi..Bazı arkadaşlarımızın tepeye çıkarken gizliden gizliye topladıkları kır çiçekleri,Sevinç hanıma taç oluyor.
Hıdır,dağ nikahını ve dağ nikahının beraberinde getirdiği sorumlulukları aktardıktan sonra; Sodra Dağı'ndan Sevinç hanım ile Aksivri Dağı'ndan Cihan beyin nikahını Kaçkar Dağları'ndan Hakime hanım ve Beydağları'ndan Bahar'ın tanıklığında gerçekleştiriyor.
Heyecanlanıyoruz.Arkadaşlarımızın sevgilerinin,Selene ve Endymion 'un aşkları gibi ölümsüz olmasını istiyoruz.Ve bu isteğimizdeki içtenliğe Latmos tanık oluyor.
Aslına bakarsanız, ''Latmos'ta dağ nikahı'' nın başlı başına bir yazı konusu olduğunu düşünüyorum.Kimbilir,belki bir gün yazmaya cesaret edebilirim.
Tekerlek tepesinin zirvesinde,Sandıklıkaya denilen tek blok halinde,yaklaşık kırk metre yüksekliğinde kocaman bir kaya var.Tepeyi daha da görkemli kılıyor.Biçimden biçime girmiş kayaların üzerinde,bir süre daha Bafa Gölü'nü izliyoruz.
Öğleyin saat birde Tekerlek Tepesi'nden ayrılıyoruz.Geldiğimiz yoldan yani onüç kilometre yürüyerek geri dönüyoruz; kırkdokuz kişi yani biz, köyün gençleri,Akif usta, dört katır ve Çakır..
 
                                  Hüseyin Avni KUNDURACIOĞLU

 
Okunma Sayısı : 2753 | Yorum Yaz

|

Tavsiye Et

|

Facebook'ta Paylaş
 
Henüz Yorum Yapılmamış