"Şimdi ne mahkümum, ne de bir sanık
Sorulacak hesabım var, çürük bedenim tanık..."
H.Ç.
BİR SANIK, BİR TANIK ve BİR ANI…
“Tanımadın mı ?” dedi gülen gözleriyle saçları ağarmış tanıdık bir yüz.
Mahcup gözlerle bakakaldım; Tanıyamamıştım.
“ Ben, Emekli Albay Derviş K. ” dedi.
Ağır bir anı düştü tam ortamıza; Yeniden sarıldık, yeniden kucaklaştık, sıra dağlar gibi büyük bir hasretle.
Sözün devamını anılarımı yazdığım “BEN ASKERKEN” den aktarayım.
***
10 Şubat 1982 Çarşamba/ ANKARA
Soğuk bir Ankara akşamıydı. O gün merkeze inmemiştim. Nöbetçi subayı Malatyalı Üst Teğmen’le hem sohbet ediyor, hem de satranç oynuyorduk. Daha önceden de birkaç kez nöbetlerde beraber olmuştuk. Çalışkan, dürüst ve demokrat bir arkadaştı.
Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Ben, odama çekilmiş uykuya dalmak üzereydim. Odamın kapısı sert bir şekilde devamlı çalındı. Dışarıdan “ Çabuk kapıyı aç” sesleri geliyordu. Tahmin ettiğim olmuştu. Üzerime bir şeyler alamadan kapıyı açtım.
Bir yüzbaşı, dört asker kapıdaydı. Hemen içeri daldılar. Yüzbaşı, beylik tabancamı istedi; Verdim. Yedek şarjörü ve mermileri sordu, olmadığını söyledim. Subay kimliğimi aldı. Acele giyinmemi istedi. İki asker ve yüzbaşı odamda arama yaparken iki asker de dış kapıda silahları bana dönük hazır durumda bekliyordu.
Malatyalı Nöbetçi subayı üst teğmen arkadaş, kapının dışında şaşkın gözlerle olanları izliyordu.
Giyindim. İki asker koluma girdi; Önde yüzbaşı, en arkada diğer askerler ve nöbetçi subayı. Beni aşağıya indirip, kalorifer kazanının olduğu odaya götürdüler.
Gelen yüzbaşı, benimle hiç konuşmadan nöbetçi subaya emirler yağdırıyordu. Ben, sabaha kadar kimseyle görüştürülmeyecektim. Kalorifer odasında ayrılmayacaktım. Tuvaletimi bile oraya yapacaktım. Gelen iki asker, kapıda nöbetçi kalacaktı. Nöbetçi Üst Teğmen, o iki ere karışamayacaktı. Sabah erkenden gelip beni alacaklardı.
Kapılar yüzüme sert bir şekilde kapandı. Sonu belli olmayan bir yolculuk başlamıştı.
Gece yarısını çoktan geçmişti. Yaşadıklarım, kafamda bir film şeridi gibi geçiyordu. Hiç bir şey net değildi. Anılar, zamanla yarışır gibiydi. Yaşayacaklarım konusunda ise hiç bir ipucu yoktu.
Kimdi bu gelenler? Nereye götüreceklerdi beni? Neden sabaha bıraktılar? Sorgularda kim benim hakkımda neler demişti? Kendimi nasıl savunacaktım? Düşüncemden ödün verecek miydim?
Giden arkadaşlar çözüldüler mi? Çözüldülerse neler anlattılar? Benim hakkımda anlatılanlarla, benim ceza değil ödül almam gerekirdi. Ben, ülkem ve halkım için gereken en güzel şeyleri yaptım ve savundum. Ama bu cunta tam tersini yaptığına göre, elbette beni yargılayacaktı!
Düşünceler deryasında boğulmuş kalmıştım. Kapıda ki askerlerin kendi aralarında pek anlaşılmayan konuşmaları bitmişti. Kilitli kapıların arkasında kimseler yok gibiydi. Bir ara kaçmayı aklımdan geçirdim. Ama hem yer uygun değildi, hem de zaman. Nereye, kime gidecektim? Son gelişmelerden sonra en yakın dostlarım bile aramaz olmuştu.
Sessizliği anahtar sesleri bozdu. Kapı açıldı ve içeriye nöbetçi subayı Üst Teğmen arkadaş girdi. Gözyaşlarıyla boynuma sarıldı. Yaklaşık üç dört dakika diller suskun öylece ayakta birbirimize sarılıp kala kaldık.
Sonra karşılıklı kalorifer makinelerinin üzerlerine oturduk. Diller yine suskundu. Ama gözler çok şeyler anlatıyordu. Daha üç dört saat önce satrançta beni kaç kez sıkıştırmış ve af etmişti. Oysa şimdi benim meçhul bir yolculuğumda çaresizlik içinde el sallamaktan başka elinden hiç bir şey gelmiyordu.
“ Senin için ne yapabilirim? ” diyebildi sonunda yutkunarak. Ne yapabilirdi ki? Gülerek yerimden kalktım tekrar sarıldım. “ İşte bunu yapabilirdin ve yaptın da komutanım ” dedim. Artık gözyaşlarının yerini hıçkırıklar almıştı. Sonra hiç bir şey konuşmadan delicesine gülmeye başladık. Ben kendimi unuttum arkadaşı teselli etmeye başladım. Onu, kapıda ki iki askerin emrine vermeleri çok zoruna gitmiş. Bereket askerler iyi çıkmış, çay içmeye gitmişler. Anahtarı Üst Teğmene verip, " Komutanımızın bir ihtiyacım olabilir " diye onlar göndermiş.
Laf dönüp dolaşıp aynı yere geliyordu. Sık sık “ Senin için ne yapabilirim?” diye soruyordu. Maddi durumumu sordu. " Bunlar, bana masraf yaptırmazlar, iyi insana benziyorlar" diye espri yapmaya çalıştım.
Bir kağıda üç dört telefon numarası yazdım. “ Onlara haber verirsen iyi olur ” dedim.
Askerler döndü. Biz de bir birimize daha güçlü bir şekilde sarılarak gözyaşlarıyla vedalaştık.
***
Yirmi sekiz yıl sonra işte bu vedalaşma noktalanmıştı. Üsteğmen Derviş K. albaylıktan emekli olmuş.
“ Hiç değişmemişsin komutanım” dedim. "Değiştiremediler" dedi, gülerek.
Sonra da uzun uzun dertleştik; Bir kez daha yaşadık 10 Şubat 1982 gecesini.
“ Tüm askerlik ömrümce yaşadığım en sıkıcı günümdü; Asıl acıyı sen değil, ben yaşadım o gece” dedi yaşaran gözlerle.
Bir de benim bile bilmediğim yirmi sekiz yıllık sırrını açıkladı; " Biliyor musun ben de Aleviyim" dedi!
|